18 Ocak 2013 Cuma

CEVİZ AĞACINDAN TURKÜLER YAKMAK






 



 

































 











CEVİZ AĞACINDAN TURKÜLER YAKMAK


Siz hiç ceviz ağacından Muhlis Akarsu gördünüz mü? Ya Pir Sultan, Aşık Veysel?... Yanıtınız hayır ise, siz de şairin dediği gibi ceviz ağacının farkında olmayanlardansınız. Laf aramızda O'nu tanıyana kadar ben de öyleydim. Yani ceviz ağacındaki “sırrı” yirmi yıl önce fark eden biriyle, Veli Demir’le tanışana kadar. Gelin siz de "tanış olun" O'nunla. Tabii ceviz ağacından daha neler yapıldığını da öğrenmiş olursunuz. Haydi o zaman Toroslar'a, Kızlarsivrisi'nin eteklerine doğru varalım...
Antalya'nın Elmalı İlçesi'nin, Akçaeniş Köyü'nde pek kimsenin bilmediği, toprak gibi üretken, alçakgönüllü bir insan yaşar. Adeta sessizliğe bir övgüdür onun yaşamı. Bunu kanıtlarcasına sade giysisi, yılların yoksulluğu ve yaşanmışlığının izlerini taşıyan, işlediği ağaçlara sevdiğinden daha çok dokunan iki hünerli eli, genellikle işe dalıp gittiği zamanlarda uzandığı sigara dışında kusuru olmayan on sihirli parmağı, çakmak çakmak gözleriyle dünyayı her sabah yeniden yontar Veli DEMİR.

Gözünü açtığı gün içine doğduğu, akıl baliğ olur olmaz rengine boyandığı orman işçiliğine bir ömür vermiş Veli Amca. Bu yüzden geç başladığı öğrenim hayatını, 16 yaşına ve ancak ilkokul üçüncü sınıfa kadar sürdürebilmiş. Emektar karısıyla yıllar yılı o dağ senin bu koyak benim önceleri golastar ( bir tür el bıçkısı ), balta ve ip, sonrasındaysa “Still” ağaç motoru ile devirdiği çamların, katranların canına karşılık kazandıkları üç kuruşla kuzularına can taşımış.

Nice yıldan sonra bu işlerin tadı kaçıp toprağa yerleşince bir süre daha kışın ormana yazın tarlaya yollanmış. Günlerden bir gün, böyle giderse "tekerin taşa çabuk dayanacağı"na kanaat getirip bir avuç toprağını artık baba olan oğluna bırakmış ve kendini emekli etmiş. Böyle insanlar köyde ya köşesine çekilir ya da köy kahvesine ucu açık uzun bir abonelikle "ekmeğini taştan çıkarır"mış. Ama o bunu becerememiş. Sigarasının dumanıyla yalnız kendini zehirlemekle yetinip yaslanıp arkasına, kapamış gözlerini. Hani film şeridi gibi derler ya, yaşadıklarını düşünüp yaşamadıklarını düşlemiş bir bir. Sonra da yüzlerce yıldır içine doğduğu dünyanın, gündelik yaşamın tek belirleyeni olan ağaca tutunmuş. Çünkü adlarına “Ağaçeri” veya "Tahtacı" denen bir geleneğin, dahası yaşama biçiminin bir halkası O.
Bir eline ceviz ağacından bir parça, diğerine de keskin bir çakı almış ve başlamış yontmaya. Önceden hiç görmediği, belki de yalnızca televizyonda izlediği ağaç oymacılığı onun için dünyanın merkezi oluvermiş o an ve sonrasında. Her insanın kayıp kıtasını keşfettiği bir an vardır ya, Veli Demir’in kayıp kıtası da ceviz ağacı işte. Yontarak ve kazıyarak şekil verdiği ağaçlara duyarlılığı O'nun düş gücüne de yansımış.

Kendi tabiriyle "vakitlerini gatlamak" için bir yol bulmuş ve bu sert ağacı insan ve hayvan suretlerine çevirmeye uğraşmış. Zor olmasına zormuş şekil vermesi, hele bir de kuruyup sırlandı mı adeta taş kesilirmiş ama bir o kadar da uzun ömürlüymüş ceviz, tıpkı onca yoksulluğa rağmen benizleri çıra gibi yanan Tahtacılar gibi. Alışılmış işlerden yani senitten, oklavadan, beşikten başka şeylermiş düşlediği. Hayatın içinde yaşayanlar, yaşatanlar. Bir süre sonra hısım gibi oldukları, evlatlarıyla bir tuttukları "malları" hayvanlar, egemen idareye boyun eğmeyip kendini doruklara vuran Türkmen kocaları, yaşamın her alanında erkeğinin yanı başında duran buğday benizli bacılar, çoğu okul yüzü görmeyen, katırların üstünde dağdan dağa taşıdıkları kavruk yüzlü çocuklar, yağız delikanlılar, elma yanaklı genç kızlar. Kısacası koca bir gelenek, binlerce yıllık kültür, onun ellerinde hayat bulmuş yeniden. Sütbeyaz "mayaları", açık tenli anaları; ceviz ağacının açık renkli yerinden, kara yağızlarını koyu tarafından yapmış. Üstelik öyle elektrikli aletlerle değil, sadece keskin bir bıçak, eğe, törpü ama illa gözlerinin feri, elleri, parmakları ve yüreğinin gücüyle.

Bu yolda da "elinden emekli" olacakmış ama bu kez sabır mayasıyla çoğaltılmış sevgi hamuruna hayal gücü ile şekil verip, gerçeğin ta kendisini üreterek. 20 yıl önce böyle başlamış Veli Demir’in ağaç yontma tutkusu. Ağaçlardan vücuda gelen varlıkların söz sahibi olduğu, kendini dış dünyanın velvelesinden çekip yarattığı kavruk yüzlü, çalışkan, sanatçı insan ve hayvan figürleriyle bezenmiş, oyuncuktan, masum bir dünya.

Bu dünyada neler, kimler yok ki? İlk önce bir öküz ve kağnı ile başlayıp işe, koyulmuş yola. Daha sonra yenileri katılmış kervana. Atlar, develer, katırlar… Ehil hayvan sahipsiz olur mu? Katırın yuları sırtına kolanlarla çocuğunu yüklenmiş bir Tahtacı kadının eline geçmiş. Üstüne senidi, oklağayı (oklava), sacayağını, bıkcıyı (bıçkı), beşiği, yatakların konduğu şeridi, baltayı, tahrayı (ince dalları kesmeye yarayan metal keski), sacı, çoturayı (çam ağacından oyulmuş su kabı) velhasıl "Tahtacılığa" veya "İşlemeye" giderken götürecekleri yaşama dair her şeyi yüklemişler, başlamış çekmeye. Katırın peşi sıra da kocası düşmüş, omzunda golastarla Ana Tanrıça Kültünü kutsar, anaerkil yaşamı yad eder gibi.

Altına da kendi yazdığı şu şiiri eklemiş:

Hızar yoğudu ilçelerde illerde, Sanat zor, insanı eder hurda,
Bütün yük kollarda, dizlerde, Nice kişileri düşürdü derde,
İşde böyle çalışdık dağlarda, köylerde, Dileğim o günler dönmesin yurda,
Bunu için "Tahtacı" denmiş bizlere. Yitirdi Kul Veli gençliğini kimbilir nerde?

Tahtacı olur da türküsüz, samahsız kalır mı? Muhlis Akarsu sazını kapıp gelmiş, sanki onlara değil de kendine yakmış ağıdını;

Ölse kimin umurunda,
Kimsesi yok garip, garip.
Aynı benim durumumda,
Kimsesi yok garip, garip.
………

Uzun ince bir yoldan Veysel uzanmış, çağlar ötesinden Pir Sultan gürlemiş, başından da dik, kararlı kaldırmış sazını. Daha bir kudretle kesmeye başlamış Ağaçerleri "Tez"e çektikleri latayı.
Canlar coşagelip, semaha durmuş;

"Yükümüzü bir katır taşır da, keyfimizi kırk katır taşıyamaz" dercesine. Yayık yayan bacılar yetişmiş imdatlarına boğazı kuruyan ozanların, muhabbete pervane canların, takati kesilen göçmenlerin. Bir gelin bulgur yarmaya başlamış el taşında, arpa unundan aş etmek için.
Ve bu böyle sürüp gitmiş.

Onları her ne kadar oyuncağını elden bırakmayan çocuk gibi gözünden sakınıyorsa da duyup gelenlerden almak isteyen olursa ağacı bulmakta güçlük çekmediği ve yalnız tutkalına para verdiği için uğraştığı gün sayısının düşük yevmiyesi karşılığı verebiliyor Veli Amca. Onlara oyuncak ya da bebek denmesine de gönlü razı olmuyor. O'nun gözünde hepsi sanki kendi yaşadıklarını hemen yanıbaşında evam ettiren, kendi yazdığı şiir ve demeleri duyan, yürekleri aynı türkülerde titreşen birer yetişkin.

Dedik ya 15-20 yıl olmuş bu işi yapmaya başlayalı. Yakın bir zamana kadar insancıkların minyatür giysilerini eşi dikerken "gözleri almaz" olunca o işi de kendisi yapmaya başlamış, enteresine (üçetek), etekceğine (üçeteğin üstüne giyilen beli lastikli basma etek), düğmesine, çorabına ve çarığına kadar. Saçından saç, sakal yapmış onlara. Sonra da hayatı hep bu erdemli kahramanlarının masum gözlerinde izleyip, işinde gücünde hallerinin peşine takılmış.
Bir yaştan sonra farzmış gibi gidilen kahve köşelerinde çürüyen zamana değil kendini yeniden vareden büyülü bir evrenin değirmenine su taşımış ve taşımakta. Üstelik köyünde bırakın kendisinden öğrenmeye çalışmayı, bu işi yaptığını bilen, öğrenmek isteyen pek az kişi varken.

Gelin bir kova su da biz dökelim değirmene de O ve O'nun gibilerin kadri yaşarken bilinsin, yaratıları elden ele, Veli DEMİR'LER gönülden gönüle çoğalsın. O'nun binlerce yıllık tarihin ve kültürün özünden damıttığı masum oyuncaklarıyla dünyayı çocuk yüreği rengine boyayalım.

* Antalya Kültür ve Turizm Müdürlüğü
   Halk Kültürü Araştırmacısı

1 Temmuz 2007 - ANTALYA


5 Ocak 2009 Pazartesi

"DÜNYADAN BİR ATLI GEÇTİ"

Öznur TANAL*

Babamız HAMZA TANAL'IN asil varlığına özlemle…


"Mektup selam söyle benden sılaya
Söyle benim için de eller ağlasın…"


Bugüne kadar onu yazmaktan hep kaçtım. Tıpkı hepimizin yaptığı, kendimizden kaçtığımız, kilometrelerce uzaklaştığımız gibi. O’na layık bir yazı yazamamaktan, O’nu tam olarak anlatamamaktan, çok uzun süren suskunluğunu fırsat bilip sahneyi boş bulur bulmaz atlamış sanılması korkumdan yazamadım. Ama vakit geldi de geçti bile.

Nasıl güçse ilk aşka başlamak, nasıl genzini yakar, yüzünü pembeye boyarsa aşığın, O’nu anlatmak da o kadar güç. İnsanları sınıflamak kolay gelir büyüklerimize, insanlarda bazen direklerle sembolize edilmek pahasına da olsa bu kalıplara sorgusuz “cuk oturuverirler.” O, kalıplara uymaz bir yüreği taşıdı yıllarca. O yüzden taşımak güç geldi çoğumuza.

Herkesin babası birdir, benim babam binbirdi. Çıra gibi yanan gözlerindeki sihrin büyüsüne tutkun yüzlerce güruh O’nu bir an bile usanmadan, aşkla senelerce dinleyebilirdik. Dergâha hizmetince eğri odun sokmayan Yunus’un erdemi, hikmetli pirinin eteğinde yıllarca ve sadece himmet bekleyen dervişin sabrıyla dizinin dibinde oturabilecek kadar meftun ederdi dinleyenleri.

Akçaeniş Köyü denince ilk akla gelenlerden olan, var olduğu kültürün bilinciyle donanan, her şeyi tam ve zamanında yapan insanlara özgü gönül rahatlığıyla dalınan doyumsuz uykulardan arta kalan zamanlarda doğaya ve insana hizmetten bir an geri durmayan, sevgisi de, öfkesi de adam gibi bir adamdı.

Kesin olmamakla beraber, 1930 – Serik doğumlu olduğu yazardı nüfus kâğıdında. Aşiret'in göçebe olduğu zamanlarda ailenin Serik’in Kaşdanlar Köyü’nde işlediği (ağaç işçiliği yaptığı) bir zamanda doğmuştu ağabeyleri gibi. Orada kendisi gibi, çocuk olamadan herif olan arkadaşlarıyla yad ederken o günleri, sanki çok bolluk içinde, sanki kafasına bit düşmemiş, sanki patlangaç, çelikçomak, uzuneşek oynayarak büyümüş bir çocuğun minnettarlığı resmi geçit yapardı gözlerinde.

Türk Folklorunun babalarından hocam Prof. Dr. İlhan BAŞGÖZ’e de taşımıştım O’na olan ilahi aşkımı ve inancımı. Bir bahaneyle geldiği Antalya’da babama koştu ilk fırsatta. Kendisi “Bir dönemi anlamak için bir hayatın sırrını çözmenin büyüsü”ne inanıyordu. Bu yüzden diz dize söyleşti babamla hayatı üzerine. Bu söyleşmeden sonra O'na göre; "Varlık içinde yoksul yaşamaktan, haklı bileğinden gayrı hükümran tanımamaktan bir an bile pişman olmayan bir duruşu var"dı.

İlkokul üçüncü sınıfa kadar okuyabilmiş. 1938'de Atatürk öldüğünde 2. sınıftaymış. Bu tarihte okula giderken saçını anasının sındı denen, demircilerin yaptığı ve keçilerin kırkımında kullanılan ilkel bir makasla kestiğini anımsıyor. Aksu Köy Enstitüsü açıldığı zaman üç kez başvurmuşlar ama her seferinde "Kadro doldu" yanıtını almış ve haklarını da arayanları olmamış. O'ndan sonra okuyanlar öğretmen veya sağlık memuru olmuşlar. Çocukluğunda arkadaşları çelik, gazık, aşık, boncuk, pirle oynarken, cırlağa dönderirken O sohbet eden büyüklerin sohbetini dinlermiş.

Bu arada okuldan da ayrılınca kendi deyimiyle "çarıklı" kalmış, canını dişine takıp küçük kardeşini hukuk fakültesinde okuturken okuma sevdasını bir başka bedende yerine yatırmış adeta. O zamanları; "günlük değil saatlik yaşadıkları bir dönem" diye tanımlıyor. Köyde pek akrabaları olmadığı için köy muhtarı ve ileri gelenlerinin babasını köyün angarya işlerinde kullanmak ama haklarını da yemek istediklerini, babasının da eğilmemesi nedeniyle köyde dışlanmaya çalışıldıklarını, bu yüzden kavga ve tatsızlıklar yaşadıklarını anlatıyor. Bunun dışında yaşadıkları bu tepkilerde köyde varlık, misafirperverlik, görgü ve bilgi bakımından ayrıcalıklı bir yere sahip olmalarının diğerlerinde yarattığı hoşnutsuzluğun da büyük rolü olduğunu belirtiyor.

Yüce dağ başında bi çam oturur
O çam bizim yaylamızın başudur.
Yağmır yağar şipirdeşir dalları,
O da bizim ale ( ela) gözün yaşudur…. (Tahtacı ağıt gaydası)

Obaları 60 çadırdan oluşuyormuş, dedesi Dana Ahmat aşiretin Göğceli Boyu'nun reisiymiş. Bu köye gelip yerleşmeden önce Serik'in Kaşdanlar Köyü'nde kestikleri ağaçları işleyip tüccarlara kereste olarak satarak geçiniyorlarmış. Akrabalarının Akçaeniş Köyü'ne yerleştiklerini öğrenince dedesi aileyi toplayıp köye gelmiş. Hatta çoğu Türkmen Obasının anılarında geçen "Dedeme Antalya'da ( ya da filan yerde ) bilmem nerden nereye kadar tapulamayı teklif etmişler, dedem obayla konuşmuş da oba "Bizi burada sivrisinek yer!" diye kabul etmemişler" öyküsü babamın ağzında da dillenirdi. Yazın yaylada, kışın sahilde göçebe, yoksul da olsalar tasasız yaşayan aşiretin o zamanlar sahile yerleşme kâbusu hikâyesi aslı olsa da olmasa da bugün derin bir ah çektirir, anlatana da, dinleyene de.

Obada "Eline, beline, diline" ilkesi uyarınca davranılıp, emek ve hak esas olmak üzere çalışılır, artan zamanlarda da cem ve muhabbetlerle vakit geçirilerek sakin bir yaşam sürdürülürmüş. Ancak insanoğlunun genlerinde var olan hırs, öfke vb. olumsuz duyguların zaman zaman depreşmesi ya da kız kaçırma vb. gibi aile hayatını etkileyecek olumsuz durumlar sonucu kavga ve anlaşmazlıklar olduğu zamanlarda da bu sorunları mümkün mertebe resmi kanallara ulaştırmadan kendi aralarında çözerlermiş. Bu yerel mahkeme "Gürüf" denen küçük cem ayinlerinde görülür.

Aleviliğin temel anayasalarından biri olan “Eline, beline, diline sahip ol” ilkesi gibi "Yıktığın varsa kaldır, döktüğün varsa doldur, incittiğin varsa güldür." esası uyarınca kavga eden, kırılan, küsen iki aile bu cemde bir araya getirilerek aralarındaki sorun haklının hakkı teslim edilmek suretiyle sessizce çözülür. "Hatır kalsın, yol kalmasın" sözünde özetlenen bu toplumsal kurallar kesindir. Kimse "Falanca küsmesin, filanca üzülmesin!" diye bu anlamda gördüğü düzeni bozacak davranışı gizleyemez. Eğer bu alınan toplumsal kararı taraflardan biri kabul etmezse bu kez en büyük ceza verilir, toplumdan dışlanırmış. Kimse toplumdan ayrı yaşayamayacağı için mecbur kabul edermiş. Dağ başında bir Tahtacı ailenin kibrit isteyecek bir kapının olmamasını düşünsenize! Bu düzen öyle muazzam işlermiş ki, can kaybına neden olan büyük olaylar dışında her küçük kırık yen içinde kalırmış. Bu nedenle neredeyse idam gerektiren olaylar dışında çatışmalar resmi kurumlara yansıtılmazmış.

Bunun dışında toplumsal yardımlaşma da son derece düzgün bir şekilde ilerlermiş. Mesela yoksul bir göçebenin işi bitmediğinde el üşüştürülüp "imece usulü" tamamlanır, ya da bir başkasının tek katırı öldüğünde hemen obada para toplanıp ona karşılıksız verilir, yarası sarılırmış.

Dağda orman arazisi içinde çalışacakları alana yakın bir yerde devlet arazisinde yurt tutup çadırlarını kurarlarmış. Bu yerleşim ile hem ortak yaşam, toplumsal ilişkiler ve yardımlaşma hem de can ve mal güvenliğini sağlanırmış. O zamanlar kereste işinde çalışan ve bu yolla geçinen 15-20 kadar Tahtacı Obası varmış. Obalar kendi içlerinde aşiret içinde bilinen adlarıyla ( Dana Ahmet Obası gibi), dışarıda ise iş yaptıkları tüccarın adıyla anılırmış ( Mursi ( Arap ) Obası, Gebizli Ali Bey Obası gibi).

Tahtacılar kışın kestiği ağacı yonup biçer, yaz boyunca kurutup taşınabilecek kadar hafifleyince de tüccara verirlermiş. Ağacın aldığı bu şekle “Lata” denir. Yani istenen ölçülerde biçilip kabuğu yonulup kurutulmuş, işlenmiş, kullanıma hazır kereste. Ağacın aralarından hava geçecek ve güneş ışığı alacak şekilde kafes şeklinde sıralandığı düzeneğe "Çandı", bu çandıların topluca bulunduğu yere de "İskele" adı verilir. Keresteler kullanılacağı yere göre; 14x28 - 13x26 - 15x15 ya da 4'lü, 3'lü 2.5'lu gibi ölçülerde kesilir, uzunluk ölçüsü birimi olarak da “Arşın” kullanılırmış. İşlenen keresteler katırın taşıyabileceği ağırlıkta ise katırlarla, yoksa suyolu ile Çetince Çayı gibi coşkun çağlayan suların aktığı, çaylarda taşınır, denize ulaştırılırmış. Keresteler katırlarla 2-3 saatlik yola götürülür, bir katır en fazla 40'ardan 80, katır güçlü ise 50'şerden 100 bazen 120 kiloluk iki lata taşıyabilirmiş. Herkes kestiği keresteyi tüccarın kâtibine teslim eder sonra katırlarla Antalya'ya gidip tüccarla hesap görürlermiş. Paralarını ve bu parayla da evin ihtiyaçlarını, evden verilen ısmarıçları ( sipariş ) alırlarmış. Her şey sandıkla, bol bol alınır, kalabalık oldukları ve sık sık şehre ya da bir yerleşim yerine ulaşılamadığı için stoklanırmış. Sandık ve çuvallarla aldıkları pirinç, helva, şeker, gibi ihtiyaç maddelerini getirdiklerinde obada özellikle çocuklar arasında bayram yaşanırmış. O zaman kazandıkları paraların adı da mecit, iryal (riyal)miş ki bu paranın ihtiyaçlardan artanıyla kırklık veya takım altını alıp yastık altına da atanları olurmuş. Tüccara verilen kerestelerin de Suriye İran gibi ülkelere gönderildiğini duyarlarmış.

Bedensel olduğu kadar ruhsal olarak da yorar onları yaptıkları bu iş. Bir ağacı topraktan, bir canı doğadan koparmanın yürek sızısıdır yaşadıkları. Ama diğer yandan insanın doğumundan ölümüne kadar her şeyinde kullanılan bir mucizeyi insanlara sunmanın, onu kaleme, kitaba, kemikleri ısıtan sıcağa ve ışığa, kısacası umuda dönüştürüp geleceğe ulaştırmanın haklı onuru yüreklerindeki acıyı azıcık dindirir. Bu vicdani sorumluluktandır ki; benim babam yıllarca bıkıp usanmadan en çok ceviz olmak üzere ağaçlar dikti, bilmediği yerlere ve insanlara can aşıladı. Orhan Alkaya'nın Arif Damar için dediği; "Tavlasındaki son kısrağı tabiata koşan kamçısız süvari." gibi.

ALTIM ÜSTÜM KAÇ KURUŞLUK, EFSANEYİM EFSANEYİM…

Babam okumaya öyle meraklıymış ki, üçüncü sınıfa kadar kazandığı okuma becerisini geliştirerek kendini yetiştirmiş.

Âlim isen al kalemi, durma yaz,
Cahil isen al çapayı durma kaz.
Edersen âlime hürmet erersin mertebe,
Edersen cahile hizmet, (burada hep "Çok af buyurun" derdi) dönersin merkebe dörtlüğünden hareketle başta evliya ve enbiya tarihini olmak üzere hep okurdu. İnsanüstü bir çabayla çalıştığı halde çok erken kalkar, ya kitap okur ya da TRT Antalya Radyosu’nda sabah 5-6 gibi yayınlanan “Bu Toprağın Sesi” programını ve O’na sayısız halk ozanı, araştırmacı ve düşünürü getiren, şimdi kendisi gibi felç olup aylardır dünyadan habersiz yatmakta olan dostu yapımcı Saffet UYSAL’ı dinlerdi. Bir de daha çok kendinden yaşça büyük ve tahsilli olmak üzere sözü dinlenecek insanları.

Bu okumalardan öğrendikleri ile dünyanın birçok ülkesinden araştırmacıları aydınlatır, Abdal Musa Dergâhına gelen canları duygu, düşünce ve insanca davranışlarıyla büyülerdi. Köye yeni gelen ve kalacak yeri olmayan her yabancı ona havale edilir, başta Alevilik olmak üzere önemli konularda bilgisine başvurulurdu. Gerek bilgisi gerekse yürekten yaşadığı inancı nedeniyle gelen dedeler tarafından "Gürüf" denen küçük yerel cem ayinlerini yönetmekle görevlendirilmişti. Mürebbilik adı verilen bu liderlik görevini her bakımdan hakkıyla yerine getiren belki de tek liderdi. Duaları onun kadar yaşayarak ve eksiksiz okuyan hiçbir Tahtacı görmedim. Ben Folklor Araştırmacısı olarak en güzel efsaneleri kendisinden derledim.

Ne mutlu O'na ki inancı, azmi ve güzel yüreği ile İnsan-ı Kamil yolunda çok önemli adımlar attı. "Âlim ile sohbet etmek lal-ü mercan, incidir, cahil ile sohbet etmek daima can incitir" dese de dergâhına mihman olan herkese ayırıp seçmeden bir derviş sabrı ve terbiyesiyle hizmet ederdi. Bundan olsa gerek dergâhına Alevi – Bektaşilerin ya da aydın insanın hayranlığını kazanmış, toplumun geniş kesimlerinde saygı duyulan, mesleğinde başarılı insanlar konuk olmuştu.

Bunlardan büyük ozan Hacı TAŞAN Keşan’dan asker arkadaşı olup dostlukları yıllarca sürmüştü. Âşık Hasan DEVRANİ, Ali İzzet ÖZKAN, Feyzullah ÇINAR, Ruhi SU, Muhlis AKARSU’dan Nesimi ÇİMEN’e, Ali Ekber ÇİÇEK’ten rahmetli Muharrem YAZICIOĞLU’na kadar saymakla bitmeyecek ozan ve değerle doyumsuz sohbetler edilip, dem devranlar sürülmüştü. Onları öyle bir açlıkla dinlerdi, anlattıkları her cevheri öyle bir dikkatle içselleştirirdi ki bir süre sonra aynı dili konuşur olurlardı.

Hayatının cahil diye tanımladığı gençlik ve orta yaş dönemlerinde yapamasa da ileri yaşında “Baba evladıyla, evlat da babasıyla gurur duyar” sözünü ilke edinip evlatlarını her bakımdan onurlandırır, sevgi ile sarmalar ve arkamızı karlı dağlar gibi direrdi. Her baba öyledir mutlaka ama kendisi için bir çekirdek istemez, bizden ayrı yemek bile yemezdi. 60’lı yaşlarda Bağkur’dan emekli olup maaş almak için Elmalı’ya gittiğinde oradan bir köfte yememesine kızar dururdu annem.

BİR DERDİM VAR BİN DERMANA DEĞİŞMEM…

Köyün en zengin ve nüfuzlu ailelerinden birinin oğlu ve hemen hemen en yakışıklı delikanlısı “Köyün en ileri gelen, namdar, zengin ve ağırbaşlı ailesinin kızı diye tanımladığı annemi sevmiş daha 15 yaşındayken. Annem bu konuda yaşanan inanılmaz olayı ilk anlattığında tuhaf oldum. Kendisi bir gece uykudan gözyaşları içinde uyanınca annemin ablası, babamın yengesi olan teyzem gelip niye ağladığını sormuş babama. Babam da o zamanlar 6-7 yaşlarında olan annemi rüyasında dideği (gaga) kanayan yavru bir keklik olarak gördüğünü, O'nun kaderine yazıldığını sandığını söylemiş teyzeme. Ve gerçekten de yıllar sonra bu olmuş.

İki abisi ile iyi anlaşamadığı ve istetirse alacağı yanıtı bildiği için istetmeye cesaret edememiş. Anneme;
“İstettiğimde vermezlerse kaçar mısın?” diye sormuş. “Kaçmam” yanıtını alınca O’na meydan okuyup:
“-Kaçmazsan ben evlenicem o zaman” demiş. O da; “- Evlen” deyince biraz ona nazire yapmak için biraz da ailesi istediği için istemediği bir insanla ilk evliliğini yapmış. Ancak ilk günden itibaren mizaçlarının tutmaması üzerine bu evliliği ancak 8 ay sürdürebilmişler. Ayrıldıklarında eşinin kendisine minnet etmesi halinde geri dönebileceği yolunda haber göndermesi üzerine;

"Ölümü bir nimet,
Zalime minnet etmeyi de zillet" kabul edeceğini belirterek reddetmiş.
Daha sonra annemle tekrar görüşmüş, istetmiş, dedem 800 lira başlık istemiş. Babası bu parayı annemin babasına gönderince annemin babası, kendi rızası olup oğulları razı olmadığı için, bu işten haberi yokmuş gibi kaçmalarına göz yummuş ve kaçıp evlenmişler.

Babası 3 kardeşmiş. Hasret Hüseyin ( Babası ), Deli Ahmet, Fatma Akın. Babaları öldükten sonra bu üç kardeş malları bölüşmüşler. Amcası Deli Ahmet kumara düşkünmüş, kendi hissesini üttürmüş (kumarda kaybetmiş). Babamın babası, bizim dedemiz Hasret Hüseyin onun kumar karşılığı başkalarına sattığı arazileri yeni sahiplerinden, kız kardeşinin payına düşen yerleri de kendisinden satın almış.
Dedem babamdan sonra ikinci kez askerlik yapmış. Bunun nedeni şudur ki; Tahtacıların bazılarının kendilerini sürekli kıyan Osmanlı'ya asker ve vergi vermemek için Acem (İran) bazıları da Kıpti (Cingen) nüfusuna geçmiştir. Cumhuriyet'in ilanından sonra Atatürk Türkmenlere Türk nüfusuna geçmeleri konusunda çağrı yaptığı, hatta zorunlu tuttuğu halde dedem gibi ayak sürüyen ve Türk nüfusuna geçmekte yaya davranan 4 ihtiyar ceza olarak 1954'te evlatlarıyla birlikte tekrar askere gitmişler.

Babamlar 7 kardeşmiş. Aslında 14 hamilelik yaşayan, çocukları bazen ormanda ağaç biçerken doğurup pala, çaput ne bulduysa sarıp sarmaladıktan sonra ağaç kesmeyi sürdüren, olağanüstü dirayetli, Osmanlı bir kadın olan güzeller güzeli anası yani bizim Çakır Ebe'mizin sadece 7 çocuğu hayatta kalmış. Bunlar sırasıyla Ali, Hasan, Hamza, Ahmet, İbrahim Tanal Güler Atlı ve Sevim Şahan. Babam delikanlıyken iki büyük amcamız Ali ve Hasan ormanlarda tahtacılık yaparmış. Çok çalışkan olan ve ana babaya saygı, hürmet konusunda örnek bir insan olan babam köyde hem çiftçilik yapar hem de ana babasına hizmet edermiş. Bu tarihten itibaren babasından, sonradan birbirlerine düşmeleri için, mirasını yaşarken evlatları arasında adil olarak bölüştürmesini istemiş ama dedem bunu yapmamış. Mallar adil paylaşılmadığı için kırgınlıklar yaşanmış doğal olarak.

Aslında dedem babama 100 dönüm arazi verecekmiş. O sırada 2. Dünya Savaşı sürüyormuş. Tapuya gidip işlemleri yaptırmışlar, tam iş "tapuda takdir" kısmına geldiğinde babası komşu Yavu Köyü'nden İzzet adlı bir arkadaşı gelip selam vermiş. Hal hatır sorup hoş beş ederken adam durumu sormuş. Dedem babama tarla vereceğini söyleyince adam yerel aksanla;
" - Ula ende nahal şey? Dünya yanıyoru. Yarın Hamıza askere geder, garı (karısı) hepicini alır geder" deyince dedem vazgeçmiş. "Etme baba, getme baba!" yok, ikna olmamış. O zaman babamın 15 dönüm hisseli arazisi varmış. 200 hisse olan bu arazinin 155'i dedeminmiş. "Baba hiç olmazsa ordan ver!" deyince ordan 35 dönümünü vermiş dedem. Dedem 1989'da vefat edince kardeşler arazileri rızalıkla paylaşamamışlar. En çok da kendi çocuklarının boğazından kısıp okuttuğu, savcı ettiği kardeşinin vefasızlığına üzülürdü. Çocuklarına ayakkabı almadığı, "Siz burada ayakkabısız durabilirsiniz ama O orada ayakkabısız, temiz elbisesiz duramaz dediğine yanar da yanardı. O'nun "Babam Dallas Çiftliği'nin sahibi de olsa beni okutup savcı babası olamazdı, babamdan hisseme ne kadar arazi düşerse size vereceğim" sözünü tutmamasından çok verdiği ama zay olan emeklerine yanardı. Savcı amcamızın iflas ettiği zamanlara tanık oldu ama kendisi felç iken duyduğu ölümünü anlayıp anlamadığını hiçbir zaman öğrenemedik. Dedemin ölümünden sonra kalan arazi ona haksız yere sahip olan iki kardeşine de yar olmamıştı.

ASKER YOLU BEKLERİM.. GÜNÜ GÜNE EKLERİM..
SEN GİT YARİM TALİME DE.. BEN BURAYI BEKLERİM.

1950 yılının ekim ayında tam 4 yıl sürecek askerlik görevine gitmiş. "Ağır bölükte, 1. numara jandarma eri" imiş. 3 ay sonra bölükteki arkadaşları dağıtım olduğu halde babam hem fizik hem de akli olarak iyi özelliklere sahip olduğu için kadrolu er olarak okulda bırakılmış. Arkadaşlarının gidişine askere gelişinden çok üzülmüş. Daha sonra yüzbaşıya kendisini de dağıtıma göndermesi için o kadar ısrar etmiş ki yüzbaşı kendisine kızıp;
"Seni Türkiye'nin cehennemi olan Yanıkkışla Cezaevi'ne göndereceğim" demiş ve Edirne'ye göndermiş. Fakat orada çekilen kura ile Keşan'a gönderilmiş. Orada süvari olmuş, at kontenjanı da olunca babasının gönderdiği 60 lira ile bir at almış. Keşan'ın o zaman sayısı 60 olan köylerinin hepsini öğrenmiş. Bu yılları; "Kral Faruk gibi yaşadım" diye anlatırdı. Gelirken atını bir arkadaşına 80 liraya satmış.

Daha yeni dağıtım olduğu, henüz atını almadığı zamanlarda askerliği Doğanca diye dağlık bir köyün karakolunda sürerken başından tuhaf bir olay yaşamış. Orası nispeten rahat bir yer olduğu için giyim kuşam, saç sakal bakımından rahatmış. Gayet fiyakalı ve zaten çok yakışıklı olduğu için hayli ilgi çekiyormuş. O köyde Hicazlı Cemal Çavuş diye anılan çok bilgin, dindar ve otoriter bir kişi yaşarmış. Köyde adı anılınca ağlayan çocukların sustuğu, saygın bir insanmış. Babamın farkında olan insanlarda biri olan bu kişi bir gün yakınlarına;
"- Şu çocuğa dikkat edin!" demiş. Bu çocuk bu havalede kirletmedik namus bırakırsa ben "Cemal Çavuş" adımı değiştiririm" demiş.
Köyün bir kuyusu varmış. Köylüler suyunu yerin 13-14 metre aşağısından çekilen, fundalıklar ve meşelikler arasındaki bu kuyudan alırmış. Bu nedenle babam nöbet tuttuğu zamanlarda gittiğinde kuyunun başında hep birileri olurmuş. Terbiyeli bir insan olan asker babam getirdiği testiyi kuyunun yakınına bırakır, meşe ağaçların altına onlara arkasını dönüp otururmuş. Kuyuda olan kadınlar, gelinler, kızlar testiyi oradan alır, doldurup onun bıraktığı yere koyarlarmış. Bu 3 ay devam etmiş. Kurban Bayramı olan sıcak günlerden bir gün yüzbaşı izinli gidince yerine babamı vekil bırakmış. Bu sırada Hacı TAŞAN'la da beraberlermiş ve Hacı Taşan o sırada da içki içermiş. O gün gelip babama "tak" diye bir selam çakıp şöyle demiş;
"- Komutanım, izin verirseniz Hacı Taşan köleniz bir şişe rakı ( o zamanlar rakı şişeleri pütürlüymüş) yutacak!" Bütün yaşamı boyunca alkol, sigara ve kumar gibi kötü alışkanlıkları hiç olmayan babam da kendisine;
" - Ya Hacı, yüzbaşının ahlakı kötü, "Bak bak Hasgül'ün yüzbaşısı izinli gitmiş, jandarmalar karakolu meyhaneye döndermiş" derler" deyince O da;
"Oooo, Hamza Tanal kendini İsa, Tanrı sandı" diye dalga geçmiş. Bu arada köyün "Kâhya" denen zenginleri karakola sini sini etler, tatlılar göndermişler. Bu sırada karakolda beş er varmış. Babam kendisi gibi içmeyen bir er ile kalıp Hacı Taşan ve onunla birlikte içecek iki eri mutfağa göndermiş. İkisi karakolun önündeki dut ağaçlarının altını sulayıp atletcek oturmuşlar.
Bu sırada yanındaki arkadaşı babama heyecanla;
" - Hamza, Cemal Çavuş geliyor!" demiş. Korkudan dilleri boğazlarına kaçacakken hemen hazırola geçip buyur etmişler. Daha oturmadan söze başlamış Cemal Çavuş;
"- Evlat beni bağışla, senin günahını aldım" demiş babama. Korku yerini şaşkınlığa bırakmış.
" - Hacı Amca o nasıl söz? Biz kimiz seni bağışlayacak, hayır mı, otur hele soluklan?" demiş. Cemal Çavuş otururken sormuş;
" - Evli misin? Bekâr mısın? Kimin var kimin yok?"
" - Evliyim, Bir çocuğum var. Anam, babam kardeşlerim var. Köyün ileri gelenlerindeniz" demiş babam.
Konuşma şöyle sürmüş;
" - Sigara içer misin?"
" - İçmem."
" - Rakı?"
" - İçmem."
" - Hovardalık yapar mısın?"
" - Yapmam."
" - Neden?"
" - Buraya gelirken anamdan, babamdan nasihat aldım. Dediler ki; " - Oğlum sen büyük bir göreve gidiyorsun. Eline, beline, diline sahip ol, üzerine farz olmayan bir işi yapma, kendine iyi gelmeyen bir şeyi başkalarına reva görme, kimseyi de incitme! Bu sözümüzü tutmazsan seni evlatlıktan reddederiz. Hadi oğlum, Allah baş, Muhammed Ali yoldaşın olsun. Başın göl ayakların sel olsun." Ben bu öğüde göre yaşıyorum. Nefsine hakim olamayan, hiçbir şeye hakim olamaz"
" - Bak sen buraya geldiğin zaman yakışıklısın, iyi bir ailenin çocuğu olduğun da belli, radyo falan almışsın, ben senin hakkında böyle böyle konuşmuştum ama sen üç aydır kuyuya geldiğinde bile hiçbir kıza geline bakmadın, bunun için senden af dilerim" demiş. Bir süre darda durup sohbet etmişler, sonra elini öpüp uğurlamışlar Cemal Çavuş'u. O günden sonra daha saygın olmuşlar köyde.



Kendi deyimiyle o zamanlar kendine gerek aile gerekse toplumca aşılanan öyle bir iman ve itikadı varmış ki herhangi bir art niyet veya cinsel dürtüyle bir hanıma baksa o an ölüvereceğine inanırmış. O tarihlerde Tahtacı Toplumunda; "Bir erkek veya kadın biriyle toplum kurallarına aykırı ilişki yaşarsa ne o evde bet bereket olur, ne de o gencin işi ileriye gider" diye yaygın bir inanış varmış. Bu inanç ve uygulamada Alevilikteki katı toplumsal kurallara göre çocuğu böyle yüz kızartıcı bir suç işleyen kişinin toplumsal yalnızlığa mahkûm edilmesinin de büyük etkisi vardır.

Askerlik yaptığı 1950'li yıllarda, Demokrat Parti zamanında tütün eken köylülerin tütün bulundurması ve içmesi yasakmış. Asker sık sık tütün eken bu köylere baskına gider, yakaladıklarına kan ağlatırmış. Bu durum bütün ülkede olduğu gibi Edirne - Keşan dolaylarında da askere karşı bir iticilik yaratmış. Babam ise köylünün bu sıkıntısını bildiği için onlar hiç zulmetmez, baskına gitmeden önce köye telefon edip tütünleri kaldırmalarını söylermiş. Bu sayede gariban köylülerin büyük sevgisini kazanmış. Gittikleri köylerde yaşlılar dahi gelip karşılar, atının başını tutup:
" - A be kızanım, geldin mi? Biz böyle bir şey görmedik, sen nasıl bir insansın? Sen insan evladısın beyav" der, evlerine buyur ederlermiş. O da kendilerine hürmette kusur etmez, birer paket asker cigarası ikram eder, yanlarından hoşlukla ayrılırmış.

BUGÜN AYIN IŞIĞI…

Günler günleri kovalamış 1953 yılında terhis zamanları gelmiş. Hacı TAŞAN terhise gidecekken parası olmadığı için babamdan para istemiş. Babam en büyük paranın 2.5 lira olduğu o tarihte kendisine 10 lira vermiş. Hacı TAŞAN;
" - Hamza, Hacı TAŞAN 'da 10 lira param var, verir mi, vermez mi? diye aklına bişey gelmesin, vermem" demiş. Babam da;
" - Bizim çok eşek boynunda kuşağımız gitti, o da sende gitsin." demiş, gülüşüp ayrılmışlar. Keskin'e iner inmez parayı göndermiş rahmetlik. Hacı TAŞAN'dan sonra babam da terhis olmuş.

Annemle birbirlerini çok sevdikleri ve başta misafirperverlik olmak üzere birçok konuda fikir birliği içinde oldukları için çok iyi anlaştıklarını anlatırdı babam, ana babasını minnetle anarak. Ama o zamanki görenekten mi, yoksa cahillikten mi bilinmez karısına ve kız çocuklarına karşı pek de şefkatli davranamadığı, gerek hayat şartlarının gereği olarak gerekse kendi titiz karakteri nedeniyle onları çok ezdiğini üzülerek kabul etmiştir.

Eve gelen konukları o hünerli elleriyle öyle güzel ağırlardı ki annem. Yalnız onları da değil üstelik. Babamla annemin 1965'te baba evinden ilk ayrılıp çocukların üstü başı çıplakken yaptırdığı köy odasında dile kolay tam 25 yıl gelen yörede yaygın söylenişiyle "cingen - cabbar", çerçici, ayyaş bütün canların ateşini yakmadan, önlerine sofralarını kurmadan annemle birlikte sofraya oturmazlardı.

BEN TELLALIM PAZAR BAŞIM ALİ'DİR….

Bir yandan ibadet eder gibi çalışırken diğer yanda köy odasına gelenlere bakar, köy işlerinde canla başla hizmet ederdi. Köyün çeşitli yerlerinde 7 köprü yaptırdı. Ama kendi köyünde bunca hizmete rağmen hak ettiği takdiri görmedi. Yurdun dört bir yanından ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen insanların candan sevgisini ve hayranlığını kazanan bu insanın değerini kendi köylüsü ve kültürünün insanları bilmedi. Olsun, hizmetleri Hak yanında zayi olmasın, değerini bilen bildi.
Yaptığı hizmetlerin en büyüğü Tahtacı Kültürü'nün gerek Türkiye gerekse Dünya bilimsel arşivine girmesindeki üstün çabası ve başarısıdır. Köye gelip genel olarak Alevilik, Tahtacılık olmak üzere daha birçok konuda sürekli okuması sayesinde bilgi ve fikir sahibi, donanımlı, sorumlu bir insan, olduğu için gelen araştırmacıları, her türden ziyaretçiyi ve bu yola meftun olduğu için Alevi dede ve ozanlarını ağırlarlardı. Bildiğim kadarıyla daha 1963'te Alevilikle ilgili araştırmalar yapan Amerikalı araştırmacı Michael MEEKER'den başlayarak, Macar asıllı Alman bilim kadını Krisztina Kehl BODROGİ, Fuat BOZKURT, Nejat BİRDOĞAN, Giray ERCENK, Baki ÖZ, Ayhan AYDIN, Hocam İsmail ENGİN gibi daha adını anımsayamadığım birçok bilim adamı ve araştırmacı kendisinden yararlı bilgiler almış ve mesleklerinde bu bilgilerden başarılı sonuçlar çıkarmışlardır. Osmanlı tarihçisi Şehabettin TEKİNDAĞ'da babamı Abdal Musa hakkında bir radyo konuşmasından öğrenip gelen ünlü insanlardandır. Kendisi babamdan derlediği efsane ve bilgileri daha sonra yayınlamış. Hepsinin ortak söylediği bir şey vardı. Hemen hepsi kendisinden öğrendiği bilgileri başka hiçbir yerde bulamadıklarını, bu konuda kariyer ve yayın yapan insanların bile sorularına kendisi kadar doyurucu yanıtlar vermediğini söylerlerdi. Bunlardan Krisztina Kehl ölümünden sonra bana yazdığı başsağlığı iletisinde " Alevilik, Tahtacılık hakkında bildiklerimin büyük bir kısmını ona borçluyum" dedi. Ayrıca büyük usta Fikret OTYAM ve eşi Filiz Hanım'da dostları idi ve hastalığı sırasında iyileşmesi için içten çareler aradılar.
Kendisi Mürebbi, yani dede tarafından bu işe değer görülüp yerel cemleri yöneten bir inanç önderi olduğu için köye gelen dedeler, babalar evimizde kalmıştır. Kendisi engin ve sürekli güncel bilgileri ile zaman zaman onların zihinlerinde de farklı pencereler açmış, saygı ve takdirlerini kazanmıştı. Üstelik bu bilgi akışı yalnızca Alevi - Tahtacı toplumuyla da sınırlı değildi. Yakın köylerden bir iş için gelip onun bir kahvesini içmeden gidemeyen veya özel olarak ziyaretine gelip onun hikmetli anlatımında ruhunu arındıran, kıssadan hisse söylenceleriyle kafalarında soru işaretleri oluşturduğu birçok dostu vardı. Bu nedenle Elmalı'da pazarın kurulduğu, 52 köyünün toplandığı pazartesi günleri ona yoldaşlık etmek her babayiğidin harcı değildi. "Meyveli ağacı taşlarlar" misali gören kendine selam verdikten sonra takılır, O'nu deşelerdi. O da kısa cevaplarla geçiştirmeden, büyük bir sorumluluk duygusu ve özenle izaha başlardı ki bu kendisinden boyca da kısa olan anacığımı çok yorar, sayıca fazlalığı tahammül sınırını sık sık yoklardı.

Her seferinde böyle konukları, profesörler geldiğinde babası kendisiyle gurur duymuş, köy odası yaptırdığında Ona; "Seni tebrik ederim, benim yapmam gerekeni sen yaptın, servetimin en helali sana gitmiş, helal olsun" demiş. Çalışmak, insana hizmet ve okumak yaşamının öncelikli amacıydı. Bir konuk gelip çağrılmadığı zamanlar dışında hiç kahveye gitmezdi.

Hayatın onca zorluğunu yaşamış bir insan olmasına rağmen ona mizahi bakmayı da bilirdi. Bize inanılmaz efsaneler yanında komik hikâyeler de anlatır, çoğunu aslını kıskandırırcasına canlandırırdı. Hepsi zihnimde o ışıklı yüzü ve gülümseyen mimikleriyle yaşar. Kültürümüze bakışı, önyargıyı da çok güzel örnekleyen bir tanesini paylaşmak isterim sizinle.

Bizim Tahtacılardan ikisi bir iş için uzak bir memlekete giderken bir köy odasına konuk olmuşlar. Oda sahibi onları önce kısa bir kimlik sorgulamasından geçirdikten sonra evine gitmiş. Bir süre sonra elinde büyücek bir toprak kap dolusu pekmez ve bolca yufka getirip çekilmiş. O gidince bizimkiler kendi aralarında konuşmuşlar:
" - Yav bizim ev sahibi amma hanedanmış bize neler getirmiş?" Bu sırada kapının arkasına saklanıp onları dinleyen evin çocuğu durumu telaşla anlatmış;
" - Hı, ende bekmeze keme (kene) düşmese anam size gatıpbatırımıdı (sanki ikram eder miydi? Epmeğe de bizim enik soludu, size undan gatdı anam." Bu sözleri duyan bizimkiler beyninden vurulmuşlar, biri hışımla çanağı kaptığı gibi pencereden dışarı fırlatmış. Bunu gören çocuk anasına seslenmiş;
" - Ana, Tateciler nenemin sidik saksısını aşşa atıyolla."

Bir de bizim yaşadığımız bir anı var. 1999 yılıydı sanıyorum, Folklor Araştırmacısı meslektaşlarımla Abdal Musa Anma Törenlerine görevli gitmiş, köyde, bizim evde konaklamıştık. Bir ziyaretçi defteri vardır evin, gelenler duygu, düşüncelerini yazarlar oraya. Şakacı arkadaşımız Ömer GÖZÜKIZIL deftere;
"Adım Ömer olmasına rağmen beni evinize kabul ve konuk ettiğiniz için size minnettarım. Bir dahaki gelişte Bekir'le Osman'ı da getireceğim" diye yazmıştı. Bu babamın o kadar hoşuna gitti ki hep anar, anlatırdı.

İFLAH OLMAZ BEN BU DERTTEN ÖLÜRÜM
DOST OLAN BAĞLASIN YARELERİMİ….

27 Ağustos 2001 günü telefon çaldı. Abimdi. "Babam felç oldu, Antalya'ya getiriyoruz" dedi. Bütün doktorları anında nasıl da öğreniyor, nasıl umutlanmak istiyor insan. Bizim babamız çok güçlüydü, ona bişey olmazdı. Geçerdi. Ama geçmedi. O tatlı dili susmuş, ağaçlara can taşıyan güzel elleri donmuştu. Bir güzel gözleri kaldı geriye, hiç susmadı, hep konuştu. Çok ilginçtir konuşamıyor acaba sağlam eliyle yazabilir mi diye eline kâğıt kalem verdim. İlk öğrendiğimiz kelime olmasından mı, yoksa inancından dolayı mı bilinmez ama okula yeni başlayan çocuğun acemi çekingenliği ile bir tek kelime yazabildi: ALİ


ANALAR BU ÇOCUKLARI NASIL GÜLDÜRÜYORSUNUZ NASIL
YAZ GÖKLERİ GİBİ BÖYLE? ( Arif DAMAR)

Annem 16 yaşından beri eşlik, yerine göre hizmetçilik veya sultanlık ettiği yoldaşına tam 6 yıl 3 ay da analık etti sabırla. Allah herkese onun kadar engin bir yürek, sadık bir yar nasip etsin. Bazen küçücük çocuğumuzun temizliğini yapmak zor gelirken onca yıl pakladı onu. Kendisi 6 yaşında iki kardeşinin ardından anasını kaybetmiş veremden. 2 yaşındaki erkek kardeşine ana kuzusu olamadan analık etmeye başlamış. 16 yaşında baba evinden ayrılınca kocasından da, kayınbabasından da, inisinden de dayak yemiş, incinmiş. Bir yufka ekmeğinin içine bir tutam toz şeker bulup düremeden çocuklar emzirmiş. Gerisinden geç 7 çocuk doğurmuş ve arpa unundan aş edip beslemiş. Ablam onun yemek konusundaki yaratıcılığını anlatmak için "Anam çok becerikliydi, ekmediği yerden biçerdi" demişti, çok hoşuma gitmişti. Birini 17 yaşında taze fidanken motoru amcamızın kullandığı traktörle çarpışınca yitirmişler. Özgür abim çok yakışıklı ve efendi bir insanmış. Ben O öldükten bir yıl sonra doğduğum için adım Öznur olmuş ama asıl adım "Acı ot yeri"ydi. Yıllarca evimizde gözyaşı vardı. Bir tatlı ekmek yiyemez, bir acıklı türkü dinleyemezlerdi ağlamaktan. Belki kaderden, kimi zaman cehaletten veya yokluktan dünyanın sefasını görmedi anacığım, Allah onu ahirinde güldürsün.

KARLI DAĞLAR KARANLIĞIN KALKTI MI?
KAHPE FELEK AYRILIĞIN VAKTİ Mİ?...

Çok çekti. O, bu uzun ve zorlu süreçte yol alırken ikisi büyüğü, ikisi küçüğü olan dört kardeşi Hakka yürüdü. Kendini unutup hepsine ağıtlar etti goygun goygun. Arttı eksilmedi yaraları. Başta anacığım, anne yarımız, büyük ablamız Selma, yengem Serpil, fırsat buldukça ben sarmaya çalıştık ama artık yolun sonu görünmüştü.

27 Aralık 2007 gecesi iki gündür süren zekaretin (koma hali) sonuna yaklaştı. Güzel gözleri bulanıklaşmış, artık hiçbirşeyi görmez olmuştu. Gür nefes alıp verişleri ağırlaştı. Yıllarca yaşam için döktüğü boncuk boncuk terler bu kez yolculuk öncesi heyecanıyla boşandı, hem de 3 kez. Başucunda O'nu en çok seven küçük kızı olarak son (!) anlarına tanıklık ederken sevgi ve son görüşmenin sızısıyla kulağına fısıldadım;
" - Hakkını helal et goca!" Canının son cevheriyle ağlamsıdı gözünden iplik gibi bir yaş akıverdi sadece ve canı çekildi. Yaşamının 6 yıl 3 ay önce başlayan bülbül dillerinin sustuğu, güzel gözlerini sadece yaş dökmek ve uyumak için kullanır hale geldiği sır sayfası yaşadığı gibi engin ve onurlu kapandı, inancımıza göre çilesini bu dünyada doldurarak Hakka yürüdü. Acıları dinince yüzü eski ışığına büründü.

Ölümün bir son değil başlangıç olduğuna inancımızla ailesi olarak kendisini bu yeni hayata hoşlukla göndermeye çalıştık. Öldüğü gece geleneğimiz gereği başucunda sabaha kadar köyümüzün ozanlarının curaları ile çalınan gaydalar eşliğinde ağıtlar yaktık. Ertesi sabah yaşarken değerini bilmenin ve gereğini yerine getirmenin huzuru ve kendisine 16 yaşından beri yoldaşlık edip, hastalığında yaptığı hizmetlerle cennetini bu dünyada kazandığına inandığımız annemiz, anabacı Ayşe TANAL’ın şefaati ile tek üzüntümüz olan O’ndan yoksun kalma düşüncesini içimize gömüp son görevimizi eda etmeye koyulduk.

Yakın arkadaşı, yoldaşı Hasan Demir'in eliyle bedeni paklandı, sırlandı. İnancımıza yönelik akıl almaz oyunların oynandığı bu günlerde vasiyeti doğrultusunda köyümüzde bir ilke imza atarak O’nu Alevi Dedesi Hüseyin Gazi Metin’in Türkçe duaları, mersiyeleri, abim Serdar TANAL'ın kendisinin Alevi inancına ettiği hizmetleri andığı ve toplumumuza felsefemiz gereği geleceğe dair nasihatlerini aktardığı konuşması ve özümüzün sesi türkülerimiz eşliğinde uğurladık. Köyümüzde bulunan Sünni imama babamızı geleneklerimiz doğrultusunda kaldıracağımızı, kendisinden bu konuda yardım istemediğimiz için helalliğini istedik. Kendisi de büyük bir saygı ile karşılayarak babamıza duyduğu büyük sevgiden dolayı yanı başımızda, bizden biri olarak yer aldı.

Oysa daha söylenecek daha çok efsane, ilahi aşka boyanacak on binlerce yürek vardı. Paylaşılacak nice içtenlik, hesapsız inanç, çakır gözleri harelerle kamaştıracak acıklı türkü vardı.
“Âşık Mahzuni Şerif rahmetlik ölmeden önce O’na meftun iki can dertleşiyorlarmış. Biri demiş ki;
“Can, Mahzuni Baba çok hastaymış, ölürse ne yaparız?” Can yüreğinde beslenen umudun şavkının dudaklarına döküldüğü hüzünlü bir gülümsemeyle yanıtlamış;
“ – Ya hiç doğmasaydı ne yapardık?”
İyi ki doğdun babacığım, iyi ki her zorluğa karşın ayakta kaldın, her türlü kahpeliğe, satılmışlığa inat düşüncenin arkasında, başın dimdik yaşadın.
Sen olmasan emeğin kutsallığını, türkülerin derin ve doyumsuz tadını, güzelliğin büyüsünü, sevginin gücünü nasıl öğrenir, yavrumu neyle beslerdim?
Sen Anadolu’nun sönmeyen cevheri, sen gözlerimin feri, erdemli insanların ciğeri, iyiliğin kaderisin.
İyi ki var oldun, dünya durdukça duracak, gerçek sevgiler yaşadıkça yaşayacaksın.
( Ocak'tan Aralığa 2007 )


*Antalya Kültür ve Turizm Müdürlüğü
Folklor Araştırmacısı

'TÜRKÜ GİREN EVE KÖTÜ DÜŞÜNCE GİRMEZ, SAZ GİREN EVE SİLAH GİRMEZ...'


'TÜRKÜ GİREN EVE KÖTÜ DÜŞÜNCE GİRMEZ, SAZ GİREN EVE SİLAH GİRMEZ...'

Özgün türkü yorumcusu Erol Parlak;
'Türkü giren eve kötü düşünce girmez, Saz olan eve silah girmez. Onlar her şeyi, gönülleri yur, arındırır... Türküleri ‘Kâbe’ bilmeliyiz...' diyor.

7 Haziran 2008

Erol Parlak, Anadolu müziğinin derinden gelen tınılarını günümüze aktaran özgün bir yorumcu. Aynı zamanda türkülerin taşıyıcılığına yakışan ölçüde tevazu sahibi ve bir akademisyen. Zekeriya Bozdağ, Hacı Taşan ve Neşet Ertaş gibi ustalarla çalışma şansını yakaladığı için kendini şanslı sayan Erol Parlak, Cumhuriyet ruhunun yaşandığı ve köylünün milletin efendisi gibi görüldüğü, Anadolu değerlerinin yaratıldığı, konuşulduğu, onların anlaşılmaya çalışıldığı bir dönemde yaşamak istediğini söylüyor ve ekliyor: “Dünyaya yüz kere de gelsem Anadolu'da gelmek isterim. Anadolu'nun ne olduğunu, ne olmadığını gerçekten çok iyi biliyorum. Bir müzisyenin Anadolu'dan başlaması kadar büyük ve önemli bir şey yoktur. Bir sıfır önde başlıyorsunuz, çok büyük bir şans…”

Kangallı Âşık Veli Kaplan’ın kendisine anlattığı bir anısını aktaran Erol Parlak ilginç bir tespit yapıyor. “Âşık Veli Kaplan kilisede saz çalıyor, deyişler söylüyor, Papaz tercüme ettiriyormuş. Sürekli tercüme, tercüme, tercüme... Konser bitiminde âşık durmadan ne konuştuklarını sorduğunda papaz; ‘Sizin bu söyledikleriniz, bu öğreti İncil'de yok’ demiş. Bence de yok. Ben de kilisede konserler verdim ve bunun üzerine ben düşünmüştüm; ‘Acaba bizde camide konser vermeyi bırak, elinde sazla camiye girsen ne olur?’ diye.
Erol Parlak ile 31 Mayıs 2008 akşamı Konyaaltı Açıkhava Tiyatrosu'nda Antalya Abdal Musa Derneği ve Serçeşme Dergisi'nce düzenlenen Antalya Konserinin bitiminde Öznur Tanal* söyleşti. İşte Bektaşi meşrepli bir insan olmaya çalıştığını dile getiren bir müzik adamının kendi ağzından portresi...

- Sayın Erol Parlak, size müziğiniz ve bu pencereden dünyaya bakışınızla ilgili bazı sorularım olacak. Siz çalarken de söylerken de türkülere özen gösteren, adeta onları incitmemeye çalışan bir sanatçısınız. Ama aynı zamanda da ülkemizin sayılı şelpe ustasından birisiniz, şelpe de bağlamaya haliyle biraz hoyrat davranılan bir tarz. Biraz önce siz sahnede şelpe çalarken o sırada neler hissettiğinizi düşündüm. - Her seferinde başka bir şey çalarım, bu nedenle ne olduğunu hiç düşünmedim. Aslında ötekilerden çok da farklı bir şey hissetmiyorum. Bir şey düşünmekten çok sesin duygusunu yaşamaya, hakkını vermeye çalışırım.

- Türküleri ilk duyduğunuzda sizi türkü söylemeye başladığınızda sizi bu yola yönelten duygu neydi?- Hiç hatırlamıyorum gerçekten. Ses bir dışavurum, hatta hayatın en temel dışavurumu. Şu anda da sesle iletişim kuruyoruz. Müzik de bu dışavurumların en güzeli ve bunun için Anadolu benzersiz bir coğrafya. Ninemi hatırlıyorum ben, normal cümle kurmaz, manilerle, türkülerle konuşurdu. Bu yüzden söylediği her şey büyük oranda aklınızda kalırdı. İşte böyle bir toprağın evladı olarak yolum zaten kendiliğinden çizilmişti.

- Temel sağlam atılmış, böyle kaynaklardan beslenmenin sonucu da sanatınıza yansımış durumda. Sizce müzikal anlamda Türk Halk Kültürü'nün hangi alanları daha çok araştırılmalı?- Şu ana kadar yapılan araştırmalar çok yetersiz, adeta buzdağının görünen yüzü. Kültür, hele Anadolu Kültürü içine girdikçe derinleşen bir derya, asıl cevher de aşağıda. Bu nedenle şimdiye kadar yapılanları çok da yüzeysel buluyorum ve yapılaması gereken çok şey olduğunu düşünüyorum. Hepimiz zaman zaman bu derindeki verilerin kaybolduğu duygusuna kapılıyoruz ama bir gün öyle bir yerden çıkıveriyor ki, şaşırıyorsunuz. Çünkü o bu toprağın verisi. Kaybolduğunu düşündüğünüz şey öyle bir yerde can buluyor ki şaşırıyorsunuz. Çok küçük bir şey anlatayım size; TRT'nin 1967 derlemelerinde bölgeler seçilmiş Ankara Devlet Konservatuarından bir ekip Burdur havalisine, Yörüklerin yaşadığı yerleşimlere derlemeye gidiyor. Bu ekipte Batı Müziği bölümünden yeni mezun öğrenciler ve hocalar da yer alıyor. Orada Yörüklerin parmaklarıyla çaldıkları ezgilerin en temel halini dinliyorlar ve kulaklarına inanamıyorlar. Biz bunu sonradan genişletip geliştirdik. Bu en ileri klavsen tekniğine benzeyen inanılmaz ezgilere Anadolu'nun bir dağ köyünde rastlamaktan şaşkına dönüyorlar. Bunu kaydedip getiriyorlar, anlatmaya çalışıyorlar neyse aradan yıllar geçiyor. Yıllar sonra ben o 67 derlemelerindeki hocanın adını buldum, kimdir diye ve doktora tezimle ilgili olarak Mimar Sinan Konservatuarında yanına gittim. Hem ona bir şeyler sorayım hem de o derlemelerle ilgili deneyimlerinden yararlanayım dedim.

- Kimdi o hoca?- Serper Özsan Hoca. Gittim, tanıştım, " - Merhaba" dedim, ben bu teknikle ilgili doktora tezi hazırlıyorum." Şaşırdı; " - A, ilgileniyor musunuz bu teknikle? Uzun zamandan beri hiç ilgilenen olmadı. Çalıyor musunuz?" dedi. Ben yenilenmiş şekliyle bir şeyler çaldım, hoca oturdu, ağladı biliyor musunuz? " - Ben sandım ki kayboldu gitti, bir gün çıkıp gelecekmiş bir yerden" dedi. Az evvel dedim ya, onu hiçbir şeye baskılayamıyor, civa gibi bir yerden mutlaka çıkıyor. Çünkü o bu toprağın verisi, mutlaka can buluyor. Ama Türk'te ama Amerikalı’da ama bir başkasında, o veri mutlaka ortaya çıkıyor. Bir şey kaybolur mu? Bence biraz ruhu ya da şekli değişebilir ama asla kaybolmaz. O kulaktan kulağa taşınır, toprak onu saklar. Sizi de o şekilde duymaya, düşünmeye, saklamaya mecbur eder. İnsanın azami bir gayret göstermesi gerekmez. O size öyle bir yol çizer ki, o ruh, o duygu ile o yolda şekillenir ve onun dışına da çıkamazsınız.

- Mümkün olsaydı hangi yüzyılda ve hangi coğrafyada dünyaya gelmek isterdiniz?- Dünyaya yüz kere de gelsem Anadolu'da gelmek isterim Anadolu'nun ne olduğunu, ne olmadığını gerçekten çok iyi biliyorum. Ömrüm Anadolu'yu anlamaya çalışmakla geçti. Dünya'da böyle bir toprak parçası daha yok. Anadolu'dan Doğuya gittikçe; İran, Azerbaycan taraflarına, oralar da çok renkli coğrafyalar ama sonuçta Anadolu çevresinde ne varsa içinde barındıran bir kaynak. Suların ona doğru akıp biriktiği bir göl gibi. Çin'den Kuzey Avrupa'ya kadar nerede ne varsa gelip akmış içine, olağanüstü bir karışıma dönüşmüş. Bu nedenle, her zaman söylerim; Ben Anadolu Toprağıyla, toprağımızla gurur duyuyorum. Bir müzisyenin Anadolu'dan başlaması kadar da büyük ve önemli bir şey yok. Bir sıfır önde başlıyorsunuz, çok büyük bir şans.

Yüzyıl olarak da, Cumhuriyet'in ilk yıllarında olmak isterdim. O Cumhuriyetin ruhunun ve köylünün milletin efendisi gibi görüldüğü ve öyle davranıldığı, Anadolu değerlerinin yaratıldığı, konuşulduğu, onların anlaşılmaya çalışıldığı ve en önemlisi savaşların bitip barışın geldiği, ‘Huzur’un olduğu ara süreçte yaşamak isterdim. Ama olsun, ben kendimi yine de şanslı hissediyorum. Çok önemli bir devreyi ucundan yakaladım. Bizden sonraki kuşakların bulamayacağı bir devreyi ben ucundan yakaladım. Saz atölyelerinde Zekeriya Bozdağ'dan Hacı Taşan'a, Neşet Ertaş'a o kadar büyük ustalarla çalıştım ki bundan dolayı kendimi çok şanslı sayıyorum.

- Bu konuştuklarımızla bağlantılı bir şey geldi aklıma, "Gönül" kelimesi dünyada yalnız Türkçede ve Azericede varmış biliyor musunuz? Bana göre gönül kelimesinin yaşam bulduğu insanlardan birisiniz. - Çok teşekkür ederim, ben de Hacı Taşan diyeceğinizi sandım, gönül adamları onlardı. Ben gerçekten baktım O'nun aşiretine, yaşama bakışına..

- İşte onlar bu coğrafyanın çocukları, siz de öylesiniz. Sadece sanatçı kimliğinizle, tekniğinizle değil, kişiliğinizle de çok yalın bir insansınız. Siz veya en yakınlarınız, eşiniz bunu neye bağlıyorlar?- Şimdi bakın, benim adımın önünde doçent, vb. bir sürü şey yazıyor ama ben oralara bakmıyorum gerçekten. Gerçi onlar benim emek vererek kazandığım şeyler ama aslolan benim bir Anadolulu halk çocuğu olmam. Ben burasını çok önemsiyorum. Her şeyin kimyası orada. Ben hepsini orada gördüm, oradan öğrendim. Ben Neşet Ertaş gibi bir dehanın, başlı başına bir dünyanın bir ortama girdiğinde nasıl naif, zarif olduğunu, sizin sırtınıza kendi ağırlığını yüklemeden, varlığını ortamın üstüne karabasan gibi bastırmadan gelip usulca ortama eklemlendiğini gördüm, yaşadım. Herklesin hatırını tek tek sorduğunu. Bunun gibi. Demek ki güzel olan buymuş. Ben yıllar yılı büyük ustalarda, eski kuşaklarda hep bunu gördüm naçizane, olabildim mi bilmiyorum, ama gönlüm o yönde oldu benim.

Bir gönül kelimesinin kaç söylenişi var biliyor musunuz? Azeriler ‘könül’ diyolar, Sivaslılar ‘gonul’ diyolar, İstanbullular ‘gönül’ diyolar, Kırşehirliler, Abdallar ‘gonül’ diyolar. Hepsi sevgiyle söylüyor, gönülün anlamına uygun olsun diye.

- Kendi kimliğiniz dışında öykündüğünüz, o olmak istediğiniz bir halk ozanı var mı? Varsa kimdir?- Ben Davut Baba'yı çok sevdim, onun dehasına hayran kaldım, Davut Sulari. Muharrem Usta'yı çok sevdim, Hacı Baba'yı çok sevdim, rahmetli oldu hepsi. Hisarlı Ahmet Usta'yı, Özay Gönlüm'ü ki onunla arkadaşlığımız oldu, birlikte de çalıştık ama Neşet Ertaş'ın dehası mükemmel. Türkülerinde bir tane kusur bulamıyorsunuz, bir kelime, bir ses çıkarıp ekleyemiyorsunuz, o kadar kusursuz. Sesi -şu anda yaştan, hastalıktan etkilenmiş olsa da- tam kendisi olduğu dönemler mükemmel, cam gibi, sazı… Ben O'nun çırağı olmak isterdim, kendisine de söyledim. Ama O'nun toprağından olmasa da saksıda bir çiçeği yetiştirmeye çalıştık. Sağolsun teveccüh gösteriyor; " Benim türkülerimi en iyi çalan, söyleyen, yazan sadece O'dur" diyor benim için.

- O söylüyorsa mutlaka doğrudur. Türkülerinde söyledikleri nasıl tam ve yerindeyse mutlaka bu da yürekten söylenmiştir. Peki, türkülerinizi seçerken hangi duygudan beslenmekten keyif alıyorsunuz? Keder mi, sevinç mi, umut mu?- Hayat beşikten mezara, hatta mezar ötesi ve türkülerde hepsi var. Ben bir gurbetçi çocuğuyum. Babam yurtdışına gitmişti, annem sonra gitti, biz Türkiye'de kaldık. Yalnızlık, okul derken sıkıntılı bir yaşamımız oldu. Gönlüm biraz hüzünden yana ama hareketli türküler de dâhil bütün türküleri okudum ama deyişler benim için çok değerli. Deyişlerle, onların evrensel olan, bütün insanlığı ilgilendirenleriyle kendi yaşam duruşumu, düşünce yapımı oluşturmaya çalıştım. Olabildiğince bir bütün halinde, bütünün parçalarına tek tek bakabilmeye çalışıyorum. Onları yansıtmaya çalışıyorum.

- Ağlar mısınız?

- Ağlarım evet. Görüntüm ağlamaz görünüyor ama..

- Bir türküden duygulanıp mutlaka ağladığınız oluyordur. - Mesela derse gidiyorum saat 9'da, hiç unutmuyorum, birkaç kez oldu, Antep Gâvur Dağı ağzı bir Barak Havası var;

Kalkın gidelim de boru sesi var,Bilmem şu zalimlerin de bizde nesi var?Benim sevdiğimi vurmuşlar bizim aşiretin nesi var?Dumanı da ……dumanı, diye bir türkü var. Sadece bir çocuk, daha yeni öğretmişim, acemi daha, pelteliyor diyeyim; bir okudu, onun sesi o sabah bana çok ağır geldi, ağlattı.

- Türküler dışında ağırınıza giden, yaşamın içinde, aileden olabilir, düşüncede sizi ağlatan bir şey var mı?- Bu tabi çok hazin bir şey ama yok, çok ağlamam öyle. Babam Anadolu'ca bir miras bıraktı bana. "Bir düğün bir de cenazeye mutlaka gideceksin" dedi. Anadolu insanının erdemleri böyle önümüze tek tek geliyor. "Düğünde gitmezsen belki bir şey olmaz, çünkü iyi gündür ama cenazeye mutlaka gideceksin. Ben elimden geldiğince bütün cenazelerde olmaya çalışırım ama cenaze beni kötü yapıyor. Onun dışında sağlam durmaya çalışıyorum.

- Hangi üstadın cenazesinden en çok etkilendiğinizi anımsıyorsunuz?- Benim Semih Mat diye bir ağabeyim vardı TRT'de, İstanbul Radyosu'nda, yıllardır tanıdım, çok sevdim. Tam bir Anadolu delikanlısı, beyefendisi, "erkek güzeli" derler ya hani, çok yakışıklı bir ağabeyimizdi. Ben kendisinden çok şeyler öğrenmiştim. Çok genç kaybettik biz onu, lenf kanseriydi. Cenazesi TRT'ye geldi, birlikte saz çaldığımız stüdyoda tabutunu görünce çok kötü oldum. Nezahat Bayram Usta'nın ölümü de beni çok etkilemişti.

- Ölüm de yaşamın bir gerçeği, doğum kadar acı aslında ama onda pek fark etmiyoruz. Evet, bir sanatçı, bu kültüre hizmet eden bir nefer olarak olmazsa olmaz ilkeleriniz nelerdir?- Bence öncelikle sanatçının bir dünya görüşünün olması lazım. Dünya görüşü olmayan müzisyendir. Sanatçı terimi yeni çıktı, ne kadar doğru bir terim, yaptığımız işi ne kadar karşılıyor bilemiyorum aslında. Bu ‘çı’ eki, elmacı, armutçu gibi basite indirgiyor. Anadolu'da "Sanatkâr" derler, "Sanatın ehli". Dünya görüşü olmayan ve bunu sanata yansıtamayan bence müzisyendir. Oturur çalgısını iyi çalar, istemleri çalar geçer gider ama sanatkâr olmak daha başka bir şey. Benim dünya görüşümde de "İnsanlığa bir gözle bakma" var. İnancım da bunu getiriyor. Ben Bektaşi meşrepli bir insan olmaya çalışıyorum, ne derece başarabilirsem. Oradaki öğreti insanlığa gerçekten, sözde değil, özde bir gözle bakmayı gerektiriyor. İnsan ayrımı yapmadan bütün dünya insanlığını bir kabul edip, dilleri, dinleri, renkleri, ırkları insanlığın farklılıkları, zenginlikleri olarak görebilmeyi önüme koyan bir düşünce, ben buna gerçekten inanıyorum ve böyle düşünüp davranmaya çalışıyorum. Bunu müziğime de yansıttım, asla ayrımcılığa girmedim. Cemaatçiliğe, cemiyetçiliğe, ümmetçiliğe asla prim vermedim. O varolma savaşı verdiğim, kimi zaman ailemi geçindiremeyecek duruma geldiğim en zor zamanlarda bile. Çok sancılı süreçlerimiz oldu. Belki karşıdan farklı algılanıyor ama halk ne yaşıyorsa biz de onu yaşıyoruz aslında, biz de onun bir parçasıyız, halkız. Bu devrelerde bile ben bunu yapmadım, kaldı ki bundan sonra hiç yapmam. Anadolu'da ileri hangi değer varsa ben onun yanında yer aldım, alırım, alacağım da. Beceremesem bile destekleyeceğim ve onun yaşaması için çabalayacağım. İlkem budur.

- Zaten peşine takıldığımız türküler de hep geleceğe bakar, geleceğe akar değil mi?- Ve içinde zerre kadar ayrımcılık yoktur. Aydın böyle olmalı, ben başka bir şey düşünemiyorum. Bakın az evvel de söyledim, "Özgürlük getiriyoruz" diye bir coğrafyanın ortasına, günde 100 kişi ölüyor ortalama. Şimdi Amerika öldürmüyor, birbirlerini öldürüyorlar, çünkü aralarında ayrımcılık var. Biri Sünni, biri Şii, biri Kürt, biri o, biri bu, oculuk, buculuk, dünyanın belası yani. Böyle olunca da bizim ülkemizde de bunu ekmeye çalışıyorlar çünkü yarın sıra bize geldiğinde kullanacakları en temel malzeme bu: Ayrımcılık. Dikkatli olmak lazım, buralara hiç pirim vermemek lazım.

- Ki Anadolu 72 milletin bulunduğu bir coğrafya. - 72 millet de bir insanın içinde biliyor musunuz? Şimdi sizin genetik yapınızla benim genetik yapımı kaldırın; inanıyorum ki o 72 milletten izler var. Anadolu'da kim diyorsa; "ben şu ırktanım" yalan söyler. Mümkün değil zaten, o kadar iç içe geçmiş. Ben Türkî Cumhuriyetleri de gezdim, oradakiler tornadan çıkmış gibi. Biz hep karışmış, kaynaşmışız. Anadolu'da bütün ırklar, bütün halklar var. Bir etnik topluluğun üç beş çeşidi var. Bunlar çok güzel karışmış, kaynaşmışlar. Aydına düşen görev de bence "Bu karışımı daha nasıl sağlamlaştırırız, nasıl perçinleriz, nasıl zamk oluruz, harç oluruz?" bunu yapmak. Ama maalesef şu anda çok sinsi bir ayrımcılık yapılıp ondan nemalanılıyor, ben bunu görüyorum.

- Sizce insanlar neden türkü dinlemeli, türküler insanlara neler kazandırır?

- İnsan üstüne bastığı toprağın sesini çıkarır. Bakın şimdi sizin konuşmanız, sesiniz, sesinizin tonu bu toprağın sesidir. İngiltere'ye Galler Bölgesi'ne gidin, konuşmasına bakın, sizin tonunuz değil. Siz bu topraktan alıyorsunuz sesinizi, hatta kendi içinde bakın bir köyden bir köye coğrafya değişir, sesli ifade değişir. Biz hepimiz, bu toprağın binbir çeşit, muhteşem seslerini gururla duymalı ve anlamaya çalışmalıyız. Bunun yolu da türkülerdir. Türküler Anadolu Geleneğinin sesidir. Türkülerde bu toprağın insanlarının hayat algısı, düşüncesi, insana bakışı, kısacası yaşamın ta kendisi var. Bizim türkülerimiz bütün bu algı ve yaratımların en zirve anlatımıdır. İçinde sevgi var, barış var, kardeşlik var, öfkenin bile adam gibisi var. Bütün bunların biri için bile türküleri "Kâbe" bilmeliyiz. Bu kadar şey yan yanayken.

Kangallı Aşık Veli Kaplan bana bir şey anlattı; Aşık Veli Kaplan kilisede saz çalıyor, deyişler söylüyor, papaz tercüme ettiriyormuş. Sürekli tercüme, tercüme, tercüme. Konser bitiminde gelmiş aşığa demiş ki; "Sizin bu söyledikleriniz İncil'de yok, bu öğreti İncil'de yok" demiş. Bence de yok. Ben de kilisede konserler verdim ve bunun üzerine ben düşünmüştüm; "Acaba bizde camide konser vermeyi bırak, elinde sazla camiye girsen ne olur?" diye. Bütün bunları yan yana koyduğumuzda türkülerin değerini bilmek lazım. "Türkü giren eve kötü düşünce girmez, Saz olan eve silah girmez. Onlar her şeyi, gönülleri yur, arındırır."

- Peki Erol Parlak olarak olmazsa olmaz ilkeleriniz nelerdir?- Ben bütün insanlara bir gözle bakıyor, sanatın bir paylaşım, bir dostluk yolu olduğunu biliyorum. Bir gönül ummanı bu. Gönülle, aşk ile alıp, aşk ile vermeye çalışıyorum. Bu holiganizmle, kavgayla, dövüşle olacak iş değil. Üzülerek söylüyorum; bizim alanımız biraz buna dönüştü. Bu ancak gönülle olur, gönül olmazsa hiçbir şey olmaz. İçinizde kavgalar, kötü duygular varsa saf temiz sözlerin çıkması olası değildir. Sanat adına, insanlık adına bildiğim her şeyi, bir tanesini bile sakınmadan paylaştım, öğrettim, paylaşmayı da sürdüreceğim. Özellikle gençler de bunun değerini biliyorlar.

- Paylaştıkça çoğalacağınıza, çoğalacağımıza inanıyorum… - Manevi anlamda gerçekten tarifsiz hazlar alıyoruz biz. Bu alanda muhteşem bir ruh, benzersiz bir duygu paylaşımı oluşuyor ki bunun hiçbir karşılığı yoktur.

Çalışma disiplini olarak da yüreğimle Doğulu, ilkelerimle Batılıyım. Ben Doğu’yu da Batı’yı da gözledim. Bizim Doğu insanı çok duygusal ve dünyayı sadece duygularıyla algılıyor. Batı insanı da konuşmaya bir başlıyor, uzun uzun cümleler kuruyor. Düşünüyorum, "Acaba anlattıkları çok önemli şeyler mi?" hayır, bizim bir cümlenin yarısıyla anlattıklarımız. Duygusal ifadeleri çok zayıf. Ama bizde mesela, "Aahh ah!" derler, içinde neler neler vardır. "Bin ah vardır, bir ah içinde, ah bir bilen olsa!" diye bir söz var. Biz Doğu insanları Bir el hareketiyle, bir bakışla, bir mimikle, bir gülücükle çok şey anlatırız ama "ahh ah!" dedirtecek cinsten bir miskinlik de var. Bu miskinlik olduğu için bu muhteşem altyapı bir türlü üretime dönüşemiyor. Batılılarda da donuk bir ruh ama alabildiğine bir disiplin var. Ben ikisinin ortasını bulmak gerektiğini düşündüm ve hep öyle olmaya çalıştım. Yani: "Yüreğimle doğulu, üretim ve disiplinle batılı" olmaya çalıştım.

- Bunun mümkün olabilirliğini gösteriyor, bunu yaşama geçiriyorsunuz gerçekten.

- Umarım başarılı oluyoruzdur.

- Çok teşekkür ederim, yüreğiniz kadar güzel, ilkeleriniz kadar mükemmel bir yaşam dilerim. Sizden yıllarca daha çok türküler dinlemek, güzellikleri paylaşmak isteriz. - Hep birlikte. Anlayanla anlatan birmiş biliyor musunuz? Anadolu'da bir söz var;

"Görene, köre ne?" Anlayan olmasa anlatan, anlatan olmasa anlayan hiçtir. Hepsi bir bütün. Umuyorum ki anlaşılırız, anlayanlar hiçbir zaman eksik olmaz. Anlayanlar çoğaldıkça anlatanlar da çoğalacaktır.

- Hiç şüpheniz olmasın. Dinletilerinizde sizi dinleyen insanlar duygularını, yansımalarını alkışlarıyla dışa vuruyorlar zaten. İyi ki varsınız, gerçekten çok teşekkürler.

EROL PARLAK Kimdir?

1964 yılında Ağrı Eleşkirt’ de doğdu. Müziğe küçük yaşta bağlama ile başladı. Ankara’da ki ustaları izledi, etkilendi ve bağlama çalmayı öğrendi. 1982 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarı’na girdi.
1985-1986 öğretim yılında öğrenimini tamamladıktan sonra aynı kurumda dört yıl süreyle öğretim görevlisi olarak çalışmalarına devam etti. İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 1987 yılında başladığı Yüksek Lisans eğitimini 1990’da "Bozlaklar" konulu tezi ile tamamladı. Aynı yıl TRT İstanbul Radyosu’na sınavla "yetişmiş sanatçı" olarak girdi. Sekiz yıl sürdürdüğü bu görevinden 1998’ de istifa ederek ayrıldı. İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 1992 yılında başlamaya hak kazandığı ‘‘sanatta doktora’’ eğitimini 1998 de tamamladı.

Anadolu’nun değişik yörelerinde özellikle "bağlama çalış teknikleri, saz ve ses tavırları" konusunda araştırma incelemeler yaparak yurt içi ve yurt dışında katıldığı konferans, seminer ve konserlerde tanıttı.

1000’e yakın halk ezgisi derledi. Anadolu’ da unutulmaya yüz tutmuş "el ile bağlama çalma tekniği" (şelpe) nin yeniden gündeme getirilmesi konusunda başta Ramazan Güngör, Nesimi Çimen olmak üzere birçok usta üzerinde çalışmalar yaptı. Özellikle Batı, Güneybatı Anadolu ve Türkî Cumhuriyetlerde yaptığı araştırmalarla Anadolu ve Orta Asya müziği arasındaki temel benzerliklere bağlı olarak çeşitli sesler üzerinde yoğunlaştı.1993 yılında Arif Sağ ve Erdal Erzincan ile birlikte bağlama üçlüsü oluşturarak dünyanın çeşitli yerlerinde konserler verdi. 1996 yılında Köln Filarmoni Orkestrası eşliğinde Köln Filarmoni salonunda verilen ve büyük ilgi gören konser bunlardan biridir.
Neşet Ertaş’dan Davut Sulari’ye kadar Anadolu’nun önemli birçok ustasını yorumlamasıyla tanınan sanatçının müzik dinleyicilerine sunduğu bir adet Arif Sağ ve Erdal Erzincan’la üçlü, iki sözlü, bir enstrümantal olmak üzere üç solo albümü bulunmaktadır. "Bozlaklar" kitabı yayınlanmak üzeredir. "Türkiye’ de el ile (tezenesiz ) saz çalma geleneği ve çalış teknikleri" ve "Şelpe Tekniği Metodu-1 El ile Bağlama Çalma" adlı iki kitabı yayınlanmıştır.

Halen İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarında Öğretim Görevlisi olarak görev yapmaktadır. Kaynak: Vikipedi.

*Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü
  Halk Kültürü Araştırmacısı

AKÇAENİŞ KÖYÜ AĞIT GAYDALARI

AKÇAENİŞ KÖYÜ AĞIT GAYDALARI



Yüce dağ başında bi çam oturur
O çam bizim yaylamızın başudur.
Yağmır yağar şipirdeşir dalları,
O da bizim ale gözün yaşudur.

Goca dağbaşında asmalı bağlar,
Dillerim dutuldu, gözlerim ağlar.
Onbeş ay içinde göründü dağlar,
Eğil dağlar ben sılamı görüyüm.

Sabahına gakdım düşdüm yollara,
Yola çıkmayıncaz yoldaş bulunmaz,
Evleti gardaşdan ileri dutma,
Evlet belden ener, gardaş bulunmaz.

Ey erenler ben bir derde uğradım,
Başa gelmeyincez bilinmezimiş.
Babadan da öhsüz galan oğlanın,
Başında dövleti bulunmazımış.

Garşıdan garşıya sular akma mı?
Arasında mor menevşe bitme mi?
Benim çekdiceğim bana yetme mi?
Derdimin üsdüne dert godun Felek.

Vara vara vardım o gara daşa,
Yazılanlar gelir bu garip başa,
Hasırat getdim de gavim gardaşa,
Üç derdim varıdı dört godun Felek

Gahba Felek beni yakdın, yandırdın,
Azrailin ak göğsüne gondurdun,
Kimimizi gelmez yola gönderdin,
Dünyaya gelmemişe dönderdin felek.

Gakdı deli gönül, sürdü yörüdü,
Nefesi kesilmiş hallera döndüm.
Felek sevdiğimi elden alalı,
Kervanı kesilmiş yollara döndüm.

Feleğin elinden efkârlanırım,
Ayrılık elinden sevdalanırım,
Çalkanı çalkanı dalgalanırım,
Ördeği gelmedik göllere döndüm.

Yerin başında gördüm bir darak,
Yanına varsam dostlar pek rahat,
İçerimi aldı bugünler merak,
Ayrıldım eşimden, dullara döndüm.

Şu yalan dünyaya geldim geleli,
Amanattan (emaneten) bir don geymişe döndüm.
Payı varmış felek elimden aldı,
Boş yuva bekledim, yoz guşa döndüm.

Kıratım kıratım, benli kıratım
Arşeleye çıkdı ünüm, firgatım.
Biçildi kefinim, çıkdı meyitim,
Meyit çıkmayıncaz umut kesilmez.

Kalenin kapısı daşdır yapılmaz,
Yünsek(yüksek) penceresi dosta bakılmaz,
Bir ben ölmeyince düne(dünya9 yıkılmaz,
Dostum ağlar düşman güler bir zaman.

Gıratıma bindim çıkdım Urumdan,
Ayırdılar beni nazlı yârimden,
Dostun gayretinden, düşman şerinden,
Dostum ağlar düşman güler bir zaman.

Pir Sultan guluyum ben de Banaz'da,
Gözyaşım gurumaz baharda yazda,
Adsılar dedemi ganlı Sivas'da
Darağacı ağlar Pir Sultan deyi.

Sabahına gakdım, düşdüm yollara,
Ayrılık ekmeğini sardım bellere,
Ünü şanı duyulmadık yerlere,
Getmeyince gönül dosttan m'ayrılır?

Arabistan çöllerinden getirdim,
Hem sağımda hem solumda yatırdım,
Doğan ayın onbeşinde yitirdim,
Yas ediyim, ben ağlayım arabım.

Dedelerin seni severdi candan,
Hayallerin getmez oldu yabandan,
Acıların da çıkmaz oldu bedenden,
Yas ediyim, ben ağlayım arabım.

Yüksek yere atın benim posdumu,
Ben biliyim düşmanımı dostumu,
Derin gazın da yuka örtün üsdümü,
Ala gözlüm geçer, belki görürüm.

Düşünesin deli gönül düşüne,
Garışılmaz yaradanın işine.
Varın söylen Ak mayanın eşine,
Aldırmış yavrısın, mozular medet.

Sular gelir hendeğine dökülür,
Gerçek erenlerin sırı çekilir,
Yaralarım dikin dutmaz dökülür,
Dutmaz yaralarım sızılar medet.

Aşagıdan gelen bir iki gişi,
Yüküne yüklenmiş değirmen daşı,
Anadan babadan onmayan gişi,
Varır ellere de onar mı bilmem?

Aşağıdan gelen birgaç harami,
Vurdu yaraladı bilmem neremi.
Sabah olsun da gösdereyim yaremi,
Neçe onmaz yaralarım var benim.

Gam gasavet getmez oldu başımdan,
Şad olup da gülemedim nedendir?
Gece gündüz hayaline yeldiğim,
Bir dileğim gabul olmaz nedendir?

Dünya dedikleri bir ıssız umman,
Ali'nin yoldaşı, Zülfikar, Kamber,
Kâbe’yi yaptıran Halil Peygamber,
Ayrılık derdinin dermanı nedir?

Gahba Felek ne dönersin üsdümde,
Gurbet elde can veremem ben sana,
Sağ olur da ben sılama dönersem,
Bir can için minnet etmem ben sana.

Süleyman gününde ben bir su idim,
Bulandı elim, mamur köy idim,
Ben de şenliğimi feleğe verdim,
Bakmaz mısın gabirdeki daşıma?

Sevdiğin üsdüne yakım yakılır,
Gelir diye dost yoluna bakılır,
İyi günde yaran, ahbap çok olur,
Dar gününde dost bulunmaz nedendir?

Söylersin de el içinde sözün var,
Yele çalışırsın oğlun gızın var,
Dünyada da üç beş arşın bezin var,
Dünya malı senin olsa ne fayda?

Yüksek minarede sela verilir
Böyük, küçcük bir araya derilir,
Gabirciye gazma, kürek verilir,
Ahret evlerinden gel vara benzer.

Keçebaş geldi de al ayak şaşdı,
Yıkıldı dükkanlar, hanaylar göçdü,
Gelin kız kalmadı, toprağa düştü,
Ahret evlerinden gel vara benzer.

Keçebaş geldi içimizde gışladı,
Alçacık evlere neler işledi?
Taze gelinlerden koç yiğide başladı,
Ahret evlerinden gel vara benzer.

Ben bir kara yılanım akıp giderim,
Aktıcağım yerleri yakıp giderim,
Dünya size galsın çekip giderim,
Ahret evlerinden gel vara benzer.

Dadaloğlum göğe figan ağıyor,
Gözyaşlarım yağmur gibi yağıyor,
Gahba Felek bizden ahret alıyor,
Ahret evlerinden gel vara benzer.

Yüce dağ başında yağmamı tolu?
Eşinden ayrılan olmamı deli?
….
….

MERSİN KIZILKAYA KÖYÜ'NDEN DERLENEN AĞITLAR

Anamın atamın belinden indim,
Dokuz ay on günlük seferden geldim,
Ala beşiklere gondum öğrelendim(sallandım),
Dünyaya gelmemişe dönderdin Felek.

Onbeşinden, yirmisine yol aldım,
Otuzumda boz bulanık sel oldum,
Kırkımda dört yanlarım dal oldum,
Sevdiceğim elden aldırdın felek.

Ellisinde yar-yaran yaşım geçdi,
Atmışında yolum yokuşa düşdü,
Yetmişimde hele tebdilim şaşdı,
Hayrımı şerrimi bildirdin felek.

Seksenimde yettiğime yelemem,
Doksanımda muradımı alamam,
Yüzümde yerimden gakamam,
Masum çocuklara dönderdin felek.


Sabah olup tan yelleri atmadan,
Garip bülbül gül dalında ötmeden,
Herkes sevdiğini alıp yatmadan,
Uyan ağam uyan, sabah oluyor.

Uzakdan geldim yorgunum,
Yemedim ama doygunum,
Yavrum öldü gidiyor,
Gadir Mevlaya dargınım.

Biz de getdik beriden öte,
Ağzımızdan çıkdı bir keleme,
Bizi bindirdiler ayaksız ata,
Binmeyince gönül yardan ayrılmaz.

Bekâr ölen bir delikanlı için yakılmış yakım:

Yükseğine bayrak çekmeyen,
Enginine erkeç kesmeyen,
Kınalı parmak çekmeyen,
Yiğit gardaşım.

Bekâr ölen bir genç kız için yakılmış yakım:

Yüksek götürün salını,
Eller götürsün gırmızı alını,
Derin gazın mezarını,
Serin olsun, açık goyun yüzünü.