ABDAL MUSA DERGÂHININ KAZANLARI HÂLÂ KAYNIYOR...
*Öznur TANAL
Abdal Musa Dergâhı, Antalya İli, Elmalı İlçesi’ne bağlı Tekke Köyü’nde 14. yy Anadolu Urum Erenlerinden Abdal Musa Sultan tarafından kurulmuş, Anadolu Alevi-Bektaşi Kültüründe Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhından sonra en çok saygı duyulan, ziyaret edilen ve kurbanlar kesilen bir inanç merkezidir. Abdal Musa, Hacı Bektaş’ın önde gelen ardıllarındandır (Alevilikte: halifelerinden). Söylenceler O’nu Anadolu’nun gözcüsü olarak gösterirler. Abdal Musa Dergâhının bahçesinde bulunan bir tabelada yaşamı ve kişiliği ile ilgili şu bilgiler bulunmaktadır;
“Abdal Musa Sultan, Horasan eren ve ermişlerinden, ünlü bir ozan ve düşünürdür. Aslen Horasanlı olup oradan Azerbaycan'ın Hoy Kasabasına gelmiş ve bir süre orada yaşamış olduğundan "Hoylu" olarak tanınmıştır. Hacı Bektaş-i Veli'nin amcası Haydar Ata'nın oğlu olan Hasan Gazi'nin oğludur. 14 yy.da yaşadığı Osmanlıların Bursa’yı fethettiği yıllarda Orhan Bey'in askerleriyle savaşlara katıldığı ve büyük yararlılıklar gösterdiği tarihi kaynaklarda yazılıdır. Hacı Bektaş Veli'nin önde gelen halifelerindendir. Payesi "sultanlık", mertebesi "abdallık" tır. Pir evindeki hizmet postu ise, "ayakçı postu" dur. Bu post, Bektaşi Tarikatındaki on iki posttan onbirincisi olup diğer adı "Abdal Musa Postu"dur. Ayakçılık, abdallık mertebesidir.
Abdal Musa Sultan, kurduğu tekkesinde sayısız kişiler irşat etmiş (uyarmış) ve bunlar arasında büyük ozanlar yetişmiştir. Bunların en ünlüsü de Alevi-Bektaşi edebiyatının abidelerinden sayılan Kaygusuz Abdal'dır. Kaygusuz bu dergâha 40 yıl hizmet etmiştir.
Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra dağılan tekkeler arasında Abdal Musa tekkesi de nasibini almıştır. 1242 (1829) da hükümetçe görevlendirilen memurlar tarafından, dergâhta mevcut bütün eşyalar ve binlerce canlı hayvan satılıp dergâh defteri İstanbul’a gönderilmiştir.
Türbe 14. yy. da Selçuklu Mimarisiyle yapılmıştır. Abdal Musa'nın sandukasının başucunda "seyyid" olduğunu gösteren yeşil imamesi durur. Değişik dönemlerde onarım gören tekke zaman içinde yıkılmış, günümüzde ise sadece Abdal Musa türbesi kalmıştır. Türbede Abdal Musa’nın, annesi, babası, kızkardeşi ile Kaygusuz Abdal'ın kabirleri vardır.”
Abdal Musa inancı ve kültürü, her yıl Haziran ayının 3. haftasında türbesinin bulunduğu Tekke Köyü’nde yapılan anma törenleri ve bütün yıl süren ziyaretlerle yaşatılmaya ve gelecek kuşaklara aktarılmaya çalışılmaktadır. Ziyaretçiler arasında Anadolu’nun dört bir yanından gelen insanlar olduğu gibi komşu Akçaeniş ile Kumluca ve Finike’nin Tahtacı Türkmen köylerinin halkı da bulunmaktadır.
Tekke Köyü halkı ise ruhlara dinginlik veren atmosferiyle dergâhı sürekli “yoklamak”, kendi hanelerinden ayrı düşünmemek, adeta özümsemekle birlikte her yıl ilkbahar ve sonbahar aylarında bambaşka bir amaçla “ziyaret” etmektedirler.
Bunlardan ilki ilkbaharda, toprağın, suyun, havanın ve yeni bir yılın tohumlarının uyanışından önce bereketli bir yıl dileği ile diğeri ise elde edilen ürünlere, sağlığa ve bütünlüğe şükür amacıyla ürünlerin ve emeğin hasadının devşirildiği sonbahar aylarında yapılır. “Ziyaret” adı verilen bu gelenek köyde Bektaşi Yolu’nu sürdüren halkın guruplar halinde, belli günlerde yaptıkları kurban, dua ve niyaz gibi ayinlerden oluşmaktadır.
Yapılan dilek ve şükür, kesilen kurbanlar, dua ve niyazlar aslında Allah’a yapılmakta, bu da Bektaşi İnancı doğrultusunda Allah’ın sevgili kullarından olduğu düşünülen inanç önderinin aracılığıyla, “O’nun yüzü suyu hürmetine” kutsal sayılan dergâhta gerçekleştirilmekle birlikte asıl amaç Abdal Musa Ocağını söndürmemek, Dergâhı'nın kazanlarını kaynatarak o hakça bölüşüm ruhunu yaşatmaktır. Çünkü o zamanlar herkes aynı kazandan yer, kimseye bir ayrıcalık sağlanmazmış.
Dergâhın açık olduğu, buranın canlı bir inanç ve bilim merkezi olduğu 14. yy.da geçen bir hikâye o günkü ortak yaşamın, hakça paylaşımın nasıl özverilerle yürütüldüğünün en güzel fotoğrafıdır.
Dergâhta, orada yaşayan dervişler dışında gelen açların doyduğu, susuzların kandığı, çıplakların giydirildiği, evsizlerin barındırılırdığı zamanlarda bir gün akşama kavuşurken dergâhın aşçısı olan Derviş Hasan dergâhta hiç odun kalmadığını fark eder. Oysa yemeklerin yapıldığı kazanları kaynaması lazımdır. Hemen dergâhın arkasındaki dağa gidip odun getirse yetişemez, gitmese o değil. Ne yapacağına çok fazla düşünmeden karar verir ve ayaklarını yanan kazanın altına uzatır. Bunu gören Abdal Musa Sultan dervişliğin bu son aşamasına ulaşmış olan Derviş Hasan'a adeta imrenerek;
-Ha budala ha!, der. O günden sonra Derviş Hasan "Budala Sultan" diye anılır Âşık Sadık Doğan'ın;
Odun keser doğruca
Hiç söz etmez eğrice
Hayır eder gizlice
Hey Budalam Budalam, dediği ermiş ve türbesi Abdal Musa türbesinin üst tarafındaki Dur Dağı'ndadır. (Efsanenin Kaynak Kişisi: Akçaeniş Köyü'nden Hamza TANAL) İşte bugün Tekke Köyü'nde yaşayan canlar Budala Sultan'ın kazanlarını söndürmemek için, yılda iki kez bu kutsal saydıkları görevi gözlerinde derin minnet ve teslimiyetle yerine getirirler.
Ocağın devamlılığı Evliya Çelebi tarafından da anlatılmıştır:
"Tekke yapıldığı günden beri mutfağında hiç ateş sönmemiştir. Tekkenin çok zengin vakıfları vardır. On binden fazla koyunu, bin camuzu, binlerce devesi ve katırı, yedi değirmeni ve daha birçok varlığı ile üç yüz elli yıl önceki Abdal Musa Sultan tekkesi çok büyük zenginliklere sahip bir kurumdur."
Bu ziyaret ve kurban hizmeti köyün 4 guruptan oluşan dini örgütlerince yapılır. Bu dini örgütlenme ortalama 60–80 haneden oluşur. Her gurubun bir dini lideri, "Baba"sı, yürütülecek bütün hizmetlerin düzenlemesini yapan bir "Gözcü"sü, hizmetleri yürüten, "Pervane" denen erkekleri ve "Bacı"ları vardır ve gurup Babanın adıyla anılırlar. Ziyaret için Baba ve Gözcü önderliğinde her haneden kişi başına para toplanıp kurbanlıklar, un, bulgur, yağ, ekmek vb. alınır. Bunun yanı sıra guruptan adağı olanların kurbanları da bu şölene dâhil edilir. Sabahın erken saatlerinde ziyaret hizmetleri başlar. Öncelikle evlerinde zaten arınmış olarak gelen canlar türbe bahçesindeki şadırvanda kutsal saydıkları su ile abdest alırlar.
Kurbanlar dergâhın dışında kurbanların pişirildiği alanda Gözcü'nün yönetiminde "Pervane" canlar tarafından kesilip hazırlanır, bacılar tarafından pişirilir. (5 Eylül 2007 günü katıldığımız törende 8'i ortak, 4'ü adak olmak üzere 12 kurban kesilmişti.) Kurbanlar pişerken türbe bahçesinde işten güçten neredeyse birbirini görmeyen canlar hasbıhal ederler.
Burada önemli bir husus bu kutsal tören sırasında hem tarikata hem de şeriata uygun ibadetlerin aynı tören içinde yapılmasıdır. Kurban hizmetleri yürütülürken Baba önderliğinde bir gurup Abdal Musa, Budala Sultan türbelerinde ve daha sonra köy mezarlığında yatanları ziyaret edip niyaz ve dua ederler. Bu sırada Baba birçok dilek ve tövbe içeren Gülbank (Türkçe Dua) çekerken halk da sağ ellerini sol elleri üzerinde "mühürleyip" dara durur, "Allah Allah" diyerek onu onaylar, yakarışa katılırlar. İbadetin bu bölümüne "Tarikat Duası" denir.
Kurbanların yenmesine yakın bu kez halkın toplu olarak katıldığı bir dua da türbe bahçesinde köyün resmi imamı tarafından Arapça olarak okunur. Bu duaya da "Şeriat Duası" adı verilir. Kurbanların yenmesine, türbe bahçesini kirletmemek için, kazanların kurulduğu alanda kurulan sofralarda Baba'nın başta verdiği tercümanla başlanır;
"Bismişah, Allah Allah, Sofrayı Merdan, Nimet-i Yezdan, … Piran, Pir-i Horasan. Bereket-i Halil-i Rahman. Sofra Ali'nin, Nimet Veli'nin, Şefaat Muhammed'in. Sofra hakkına, evliya keremine, cömertler demine, gerçekler demine hû diyelim hû." Kurbanlar yendikten sonra Baba bir dua daha okur.
"Bismişah, Allah Allah. Sır ola, nur ola, yediklerimiz tahur ola. Bu gitti, ganisi gele. Hak bereketini vere. Yiyip yedirenlere, pişirip taşıranlara, kazanıp getirenlere sağlık, sefalık, dirlik, birlik vere. Gerçeğe hû!"
Daha sonra hizmet sahipleri dışında katılanlar yavaş yavaş dağılırlar. Bu imece kurban ve niyazlar aynı şekilde Nevruz ve Hıdırellez bayramlarında da yapılmaktadır.
İbadetten ve bayrama, doğumdan ölüme yaşamın her alanında kadınla erkeğin, zenginle fakirin, köylüyle beyin ayrılmadığı bir dünya özlemi duyanlar için ne umutlu bir gelenek değil mi?
*Antalya Kültür ve Turizm Müdürlüğü
Halk Kültürü Araştırmacısı
11 Eylül 2007 - ANTALYA
17 Mart 2008 Pazartesi
BEZİRGÂN ZAHİRE AMBARLARI
YÜZLERCE YILLIK GİZ: BEZİRGÂN ZAHİRE AMBARLARI
*Öznur TANAL
Bezirgân yazlağı ve kışlağı olması, bu nedenle dört mevsimi sıkıntısız karşılaması ve yaşaması bakımından ayrıcalıklı bir köy. Köy muhtarlığının verilerine göre köyün asıl yerleşim yeri 7000 dönümlük düz bir arazi üzerinde yer almaktadır. Bu sürekli ve yazlık yerleşimden başka köy Gedikler Ardı denen mevkiden başlayarak denize kadar uzanan Sahil Kaputaş, Yayla Kaputaş, Ekizce, Alanışık Gediği, Sarıç gibi yerler, Kalkan sahilinde yer alan ve kışlak olarak kullanılan Ordu, Ulugöl, Sarıçbaşı, Köydere ve Çukurca adlı büyük mahallelerle birlikte toplam 33.000 hektar arazi üzerine kurulmuştur.
Yine muhtarlığın verilerine göre hane sayısı 900’e yakın, nüfusu ise 700 civarında. Ancak köylülerce bunun seçmen sayısı olduğu, köy nüfusunun 1200–1300 kişi olduğu beyan ediliyor. Buna göre 1200-1300 nüfusu, 700-800 seçmeni vardır. Kalkan'daki Belediye Başkanlığı seçimlerini etkileyen bir o kadar Bezirgân seçmeni de Kalkan'da yaşamaktadır. Bunlarla birlikte Bezirgân'lı seçmen sayısı 1500-1600'ü bulmaktadır.
Geçim kaynaklarını kışlakta kuru tarım, hayvancılık, sahilde zeytincilik, az oranda üzüm ve elma üreticiliği ile büyük oranda turizm oluşturmaktadır. Tarımda arpa, buğday, susam, fiğ, burçak, ayva, elma, üzüm, incir ve badem yetiştirilmektedir. Bu ürünlerden elma ve üzüm dışındakiler kendi ihtiyaçları kadar yetiştirilir. Üzüm ise şarap yapılmak üzere fabrikalara gönderilir.
Herkesin kendine yetecek kadar zeytinliği vardır, ihtiyaç fazlası da toplanarak satılır ya da fabrikaya gönderilir. Zeytin bitkisinin köye "Sığırcık Kuşları" tarafından getirildiğine inanılmaktadır.
Hayvancılık da kendi ihtiyaçlarını karşılayacak düzeydedir. Köyde iki adet besi çiftliği de bulunmaktadır.
1974 yılında köyde 6 kahve 2 yazlık sinema varmış. Sinemaları dolduran 500-600'er kişi oturacak yer bulunmazmış. Panayırlar kurulur, güreşler yapılırmış. 1980'den sonra başlayan işsizlik ile dışarıya göç başlamış ve orta yaştaki köylülerin büyük bir bölümü Antalya'ya göçmüş. Köy sakinlerinden Davut KARADENİZ tarafından çoğu Antalya'da Kepez'de bulunan gecekondu yerleşmelerinde olmak üzere 300–400 hane Bezirgânlı bulunduğu bildirilmiştir. Bunun yanında aynı yıllarda patlayan turizm sektöründe çalışmak üzere genç nüfusun neredeyse tamamı da Kalkan'a taşınınca köyde yalnızca yaşlılar kalmış. Kış aylarında köyde 15 kişinin yaşadığı nüfusun büyük çoğunluğunun Kalkan'da bulunan kışlaklarında oldukları, Mayıs ayından itibaren yaşanan geri göç ile nüfus normal seviyesine ulaşmaktadır.
Köyde okul vardır ancak taşımalı eğitim sistemine geçildikten sonra öğrenim öğrencilerin Sarıbelen Köyü'ne gidip gelmesi suretiyle, yani taşımalı sistemle yapılmaktadır. Okuma oranının %100 olduğu, doktor, asker, öğretmen gibi meslek kollarında çalışan birçok insanın yetiştiği, en son okuma yazma bilmeyen orta yaştaki insanların da Milli Eğitim Bakanlığı'nın açtığı okuma yazma seferberliği ile cehalete veda ettiği ifade edilmektedir.
Köyde 10 yıl önce yapılmasına karşılık sağlık görevlisi atanmayan sağlık ocağına araştırmanın yapıldığı tarihlerde bir ebe atanmış ancak şimdiye kadar olmayan su şebekesi döşeme işlerini yapan işçilere misafirhane olarak tahsis edildiği için köyde sağlık olanağı bir süre daha ertelenmişti. Bu tarihe kadar köyde su ihtiyacı hemen her evin önünde bulunan kuyulardan karşılanmaya çalışılmış. Ancak son 15 yılda iki katına çıkan, günden güne de artan kanser vakalarının yanlış beslenme alışkanlıkları dışında kuyu sularının %100 mikroplu çıkmasından kaynaklandığının anlaşılması su şebekesini zorunlu kılmıştır. Köy halkının ve muhtarlığın başvurusu üzerine Antalya Valiliği, Antalya Özel İdaresi ve kaymakamlığın maddi yardımları ile şebeke döşenmeye başlanmış.
Yine aynı tarihlerde köyde ruhsat verilen bir taş ocağı yürütülen yoğun karşı çabalar sonucunda iptal edilmiştir. Daha önce karayolları tarafından köy yakınında yapılan 6 aylık yol çalışması sırasında patlatılan dinamitlerin şiddetiyle evlerinin duvarları çatlamış, yeraltı suları da çekilmiş. Taşocağının kurulacağı mevkinin salebin ana maddesi ve Anadolu'nun endemik bitki türlerinden biri olan orkide ve diğer başka bitkilerin, soyu tükenme tehdidi altında olan tilki, yabangeyiği, yabandomuzu, tavşan, keklik gibi hayvanların yaşam alanı olduğu, taşocağının işletilmesi ile onların yaşamına son verileceği belirtilmiştir.
Köyün bir camisi ve bir Kuran kursu vardır ve çevre köylerden gelen 16 öğrenci bu kursta dini eğitim almaktadır.
Köyde geleneksel aile yapısı korunmakla birlikte erkekler tarafından yabancılarla evlenme de görülmektedir. Köy içinde yabancı ile evli bir kişi varken bu sayı Kalkan ve çevre köylerde 10 civarındadır. Türkiye'nin başka illerinden ve yurtdışından gelip yerleşenler de yaşamaktadır Bezirgân'da. Bunların büyük çoğunluğunun Bezirgân'ı seçme sebebi Kalkan'da turizm sektöründe hizmet eden işyerlerinin olmasına bağlanmaktadır. Ayrıca Bezirgân'ın sedir ormanları ile denizin kucaklaşmasından oluşan bol oksijenli havasının astım, bronşit bazı hastalıkları sağaltıcı bir etkisi olduğuna da inanılmaktadır.
1975–1980 yıllarında köyde marangozluk ve ambarcılık dışında semercilik, ayakkabıcılık, kalaycılık, demircilik gibi zanaatlar ve zanaatçıları varmış. Ancak köy halkının göçebe olması, yaz kış sürekli yer değiştirmeleri, bu tarihten sonra köy halkının büyük çoğunluğunun turizm sektöründe çalışması, geleneğin teknolojiye yenik düşmesi gibi nedenlerle zanaatlarını yaşatamamışlar.
Bunlar gibi yaşatılamayan geleneklerden biri de makineleşmenin olmadığı zamanlarda uygulanan imece usulü yardımlaşmadır. İşini kendi tamamlayamayan kişi imece çağrısı yapar gönüllü olanlar gelip işi kısa zamanda bitirirlerdi. Bu emeğin karşılığında imece sahibi bir küçük veya büyükbaş hayvan keserek onlara ziyafet vererek bir anlamda ödüllendirirdi.
Köyde 1986 yılında elektriğin gelmesinden sonra 1988'de kurulmuş bir değirmen bulunmaktadır. Ondan önce eşeklerle Boda veya İslamlar Köylerinde bulunan su değirmenlerine giderlermiş.
Köye gelen çerçi, tüccar vb. konuklar köy halkı tarafından ortaklaşa yaşatılan köy odasında ağırlanırmış. Köyde Yunanistan'a bağlı Meis Adası'na yakınlığı nedeniyle yaşanmış birçok korsan, zeybek, efe ve kaçakçılık öyküsü anlatılmaktadır. 1930'larda Kaş ve Kalkan ile köylerinden topladıkları horoz, tavuk, zeytinyağı gibi gıdaları Meis Adası'na götürüp karşılığında kahve getirirmiş kaçakçılar. Bugün Meis Adası'nda yaşayan halk ülkemize serbestçe girip alışveriş yapmakta ve ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Ancak Türkler Yunanistan'ın kendilerine uyguladığı vize nedeniyle Meis ve başka Yunan adalarına geçemezler. Buna karşın iki halk iletişim kurulabildikleri oranda insanca ilişkiler sürdürmektedirler.
Köyün tarihçesi hakkında kesin bilgilere ulaşılamamakla birlikte Orta Asya'dan göçebelik yoluyla geldikleri inancı yaygındır. Köyün adını Kaş Limanı'na yakınlığı, ihracata uygun yerleşimi ve yayla ile sahil arasındaki ticari hayat için bir köprü vazifesi görmesi nedeniyle aldığı sanılıyor. O zamanlar Elmalı, Korkuteli gibi yayla yerleşmelerde üretilen bütün mahsul, kereste ve dokuma ürünlerinin değeri için belirleyici bir konumda olmasından dolayı "Pazaryeri" anlamına gelen "Bezirgân" adı verildiği düşünülüyor.
Antik çağda Dalyan 'dan başlayarak Antalya yakınındaki Phaselis 'i içine alan, bugün Anadolu'da adı Teke Yarımadası olarak geçen bölgede, " Işık Ülkesi " Lykıa'da yer alan köyün adının 3 bin yıllık eski bir ticaret yolu "Likya Yolu" üzerinde yer alması da adı hakkında bir ipucu vermektedir.
"Evlerimizi mezar yaptık, Mezarlarımızı ev Yıkıldı evlerimiz Yağmalandı mezarlarımız Dağların doruğuna çıktık, Toprağın altına girdik Suların altında kaldık, Gelip buldular bizi Bozdular birliğimizi Altüst ettiler bizi Yakıp yıktılar Yağmaladılar bizi Biz ki analarımızın, kadınlarımızın ve ölülerimizin uğruna Biz ki onurumuz ve özgürlüğümüz uğruna Toplu ölümleri yeğleyen Bu toprağın insanları Bir ateş bıraktık Hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan..."
Alıntı : www.likyatatil.com sitesinden. ( Şiir şairi belli olmayan bir Azra ERHAT çevirisidir. )
Antik dünyanın gizemleriyle doğanın bütünleştiği bu bölgede Likya anıt mezarları bugün ahşap şeklinde ve başka bir fonksiyonla zahire ambarlarında yaşamaktadır.
Gelidonya Burnu, Andriake (Çayağzı) Limanı, Gökkaya Koyu, Kekova Adası, Kale (Simena), Üçağız (Teimioussa) ve Sıçak Yarımadası... MÖ 3000 yıllarına uzanan tarihleriyle Anadolu’nun en eski halklarından olan ve özgürlüklerine düşkünlükleriyle ünlenen Likyalıların yerleşim birimleri… Bölgedeki hemen tüm köylerde rastlanan ve çivi kullanılmadan tahtaların birbirine geçme tekniğiyle yapılan, Likya mezarları formundaki ‘tahıl ambarları’, geçmişin günümüze ulaştırdığı tarihi simgeler olarak çıkıyor karşımıza. ( Alıntı: Ersin DEMİREL THY SKYLİFE DERGİSİ Mayıs 2005 )
Biraz daha güneye gidildiğinde antik kent Andriake'nin yakınlarında Roma döneminden kalma Hadrian tahıl ambarları görülür. Büyük olasılıkla Andriake Patara ile birlikte Roma'da kullanılmak üzere tahılları depolamak için bu tarz yapılar kullanan tek ticaret şehriydi. Andrakos nehrinin ağzında yer alan Andriake Myra'nın limanıydı. MS 61'de Hz. İsa'nın havarilerinden Aziz Paul'ü Roma'ya götüren gemi fırtınanın dinmesini beklemek için bu limana demirlemiştir. Nehrin güçlü akıntısı Bizans dönemine kadar limanın alüvyonla kaplanmasını uzun süre engellemiştir. ( Alıntı:www. dragomanturkey.com/tr/mixedtours/medbeauty.htm sitesinden.)
Bu ambarlar Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinde de var. Kendileri Finike'yi anlatıyor aslında...'Adı geçen Finike Kalesi Teke Eyaletin de Paşa mülküdür. Ordu komutanı ve Subaşısı vardır. (Birilerinin Subaşı soyadı buradan mı geliyor?) Amma idare yeri ve idarecisi ve Müftüsü Elmalı şehrindedir. Kapladığı alan malumum değildir. İçinde bir cami ve komutan ve asker evleri ve buğday ambarları vardır. Alçak bir demir kapısı vardır. Hepsi toprak örtülü üç yüz evdir. Çarşı içinde camisi cemaati kesireye maliktir. Ve buna yakın kasabada Abdal Musa Sultan'ın bir hasta bakım yeri vardır. Fakat bir vakfı olmadığı halde fukarası (Fakiri) azdır. Bunun bahçesi içinde (Nazar Dede) gömülüdür. ( Alıntı : 22.10.2006 tarihli Akşam Gazetesi'nde yayınlanan yazanı belli olmayan makale)
Bezirgân zahire ambarları Likya tipi mezar anıtından ( Lahit ) esinlenilerek ahşaptan yapılmıştır. Bezirgân'da ambar yapımı işi bir önceki kuşakta Esat ve Ömer ustalar tarafından yapılırmış. Ancak yaklaşık 40 yıldır Mehmet OK ve 10-15 yıldır da oğlu Muhsin OK tarafından yapılıyor. Usta bu ambar yapım işine 25 yaşlarında başlamış. O zamana kadar çiftçi olup şimşir ellik, düven gibi küçük ağaç işleri yapıyorken tarım işlerini diğer 8 kardeşine bırakıp bu yaştan sonra hızar alarak marangozluğa başlamış.
Eski ustalar ambar kerestelerini genç Mehmet Usta'nın hızarında biçtirip montajını kendileri yapıyorlarmış. Şu anda köyde ambar yapımı işi olmadığı için marangozlar sadece doğrama yapmaktadır.
Ambar yapımında kullanılan sedir ve katran ağaçları Orman Dairesi'nce tespit edilerek ihtiyacı olanlara ihtiyacına göre ( kümeslik, ambarlık, ev kerestesi şeklinde ) ve düşük bir bedel karşılığı verilirken bugün kereste yalnızca tüccarlardan ve yüksek bedel karşılığı temin edilebilmektedir.
Ambar için seçilen alanda önce 30 - 40 cm derinliğinde bir temel kazılarak buraya bir dikdörtgen alan oluşturacak şekilde dört adet kalas ve o dikdörtgenin ortasına bir uçtan bir uca çapraz olarak uzatılan bir denge kalası yerleştirilir. Bu denge kalası kerestenin fazla olması durumunda 3 tane de atılabilir ve bu dayanıklılığı arttırır. 2'şer metrelik 8 tane de kalas da dikine atılır. Bu dikine kalasların üstüne yine kenişlenmiş ( oluk açılmış ) 4 tane kalas daha geçirilir. Bundan sonra içinin bölmelerini ve çatısını yapılarak ambar tamamlanır.
Ambar için kullanılacak ahşap kalaslar hızar makinesindeki planyaya takılan "Keniş" dedikleri bir aygıtla şekillendirilmektedir. Bu kenişle oyulan ve alt döşemede kullanılan 15X10 ebadında uzun kalasların yatay olarak uzatılarak bu oluğa aynı ebattaki kalasların dikey olarak oturtulması yöntemiyle oluşturulur. Ambar sahibinin ekonomik gücüne, elinde bulunan kereste olanağına ya da beğenisine göre kalasın ebadı 20 cm'ye kadar büyütülebilir. Bu oyuğu açan aygıt gibi oyuklara da "Keniş" denmektedir. Bu kenişlerin genişliği genellikle 1 cm.dir. Ancak bu kalınlığın 2 cm. olması ambarın daha sağlam olmasını sağlar. Çatı 15 X 1 cm. ebadında biçilen iki kat tahta ile kaplanır. Buna "Ambar Örtüsü" denir.
Bu marangoz işçiliği 1986 yılına kadar mazotla, bugün ise elektrikle çalışan hızarlar tarafından yapılmaktayken bu teknolojilerin olmadığı zamanlarda bütün parçalar el rendesi, el kenişi gibi aletler ve el emeği ile yapılırmış.
"Geçme Tekniği" ile yapılan ambarların ön tarafta girişi sağlayan ve merdivenlerin bağlandığı balkon dışında hiçbir yerinde çivi kullanılmamaktadır. Bu özelliği nedeniyle sökülüp başka bir yere yine aynı yöntemle uyarlanabilme olanağı vardır. Ambar ustalarının yaptıkları bu muhteşem eserlere kazıdıkları, çaktıkları bir sembolleri, özel bir işaretleri olmadığı halde çaktığı çivinin bile yapanın işçiliğini yansıttığı söylenir ve işin erbapları hangi ambarı kimin yaptığını bilebilmektedir.
Ambarların içi tabanda "Güpse" denilen gözlere ayrılmıştır. Ortalama bir ambar 6 veya 8 güpseden oluşur. Bu gözlere hasat sonunda kaldırılan mahsul doldurulur. Güpselere sığmayan mahsul çuvalları, sandık, deri, süpürgelik vb. eşyalar da üzerine dizilir. Sandıklarda, toprak evlerde kalsa nemden bozulabilecek ya da fare gibi canlıların istilasına uğrayabilecek sayısız çeyiz, dokularına işlenen el emeği ve umut, sahile göçenlerin yatak yorganlarına sinen duygu ile kışlık ya da yazlık çamaşırlara, ata yadigârlarına gizlenen binlerce anı.
Ambarlara istiflenen çeyizlerin hisleri de taşar sandıklardan. Dikkatli bakınca genç kızların güzel ellerinde okşanıp güzel gözlerinde yıkandıktan ve bütün renklerin hasbıhal olup dört döndüğü bir yaylaya dönüştükten sonra yeni bir yuvaya yayılmadan önce geldikleri bu dingin evrende yaşadıkları sadece heyecan değildir. Burada, hayatın nabzının attığı bu mekânda dinlenirken bir zaman tünelinden geçişin yorgunluğunu da atarlar adeta. Dört bir yanlarını sarıp sarmalayan bu mekânın atası olan Likya Tipi Mezar Anıtı ( Lahit ) gibi ölüme değil yaşama tanıklık etmesi, kendi akıbetlerinin ve ölümle çıkılan karanlık bir yolculuk yerine hayata, hayatın canlı ruhuna aydınlık bir balonla yollanmanın sevincidir aynı zamanda.
Diğer yandan bir dingin nida da ambarları yarım asırdır sırtında taşıyan topraktan yükselir. Kıtlıktan berekete, anıdan umuda yapılan yolculukta bu kutsallığa kesmiş mekânları bünyesinde barındırmaktan, onlarda dinlenip günü geldiğinde hayata taşacak coşkuyu düşlemekten memnundur. Ayrıca yağmur, yel, gündönümleri dışında insanla kendini örselemeyeceği bir mesafede durmaktan da hoşnuttu. Üstünde ne tırpan, ne gübre, ne karanlık hesaplaşmalar ne de ölüm kolgezerdi. İnsanların sadece ulvi bir çaba sonunda döktüğü alın teri ile gelecek güzel günlere inancın ateşlediği sıcaklığı yayılırdı toprağın gövdesine. İşte bu yüzden ambarların aralarında mahalle çocukları gibi kollayarak, buralara gelince kendilerini dağ keçisi sanan evcil (!) keçilerin gübreleri ile beslediği ısırgan otları cansıza can verirdi.
"Ambarlararası" denen bu mevkide, sayıları zamana yenik düşüp göçenlerin sessizliğine, yanına getirdikleri taze orman kokusuyla gençlik aşılayanlarla, zaman içinde değişen, şimdilerde dörderli sıralara dizilmiş 125 görkemli zahire ambarı bulunmaktadır. Bu bölge iki yamacın arasında ve hava geçişine uygun bir konumdadır. Ayrıca yer seçiminde buranın köy merası olması, ovadan biraz yüksek olduğu için su basmaması da etkili olmuştur.
Yan yana ya da karşı karşıya ama bir arada, birbirleriyle sırlarını söyleşir, geleceği düşler gibi sıralanırlar. Bu üçü gibi nice kuşağa meydan okuyan ambarlardan çatısı olmasa bile hala heybetle durmasına rağmen yaşlandığı için emekliye ayrılanlar dışında yanan ya da yıkılan olmamış. "Ambarlararası"nda ambarlardan farklı karakter taşıyan tek yapı, bekçi kulübesi olarak yapılan ve bugün yıkılmış olan taş kulübedir.
Bu kadar zenginliği içinde barındıran ambarlar elbette kendi kaderlerine terkedilmiş değildi. Onları gece gündüz kollayan bir bekçileri vardı.
Ambarları bekleyen Mehmed ZEYMAN ( Memiş) 70 yaşında. Bezirgânlı, evli, 8'i sağ 11 çocuk babası. Şu anda bekçiliği bırakmış ama bütün yıl orada kalmak kaydıyla 20 yıl beklemiş insanların emeklerini ve namuslarını… Namuslarını diyorum, çünkü; Aynı zamanda borçlarını da buğday, arpa, nohut, fiğ gibi mahsullerin bizzat kendisiyle ya da satıp parasıyla öderlerdi bu insanlar ve eskisi gibi gür çıkamasa da sesleri, öderler hala. Bu sahiplenme karşılığında ambar başına aldığı 3 kile "Zehre" zamane şartlarında karnını doyuramaz olunca bırakmış işini. O'ndan sonra kimse omuzlamayınca bu gönüllü esareti şimdi kendi kaderine terkedilmiş gibi birbirlerini gözetir olmuş içlerinde hayatın tohumlarını kucaklayan ambarlar. Onlar toprakla, havayla, insanla, kuşla ya da balıkla buluşana dek gözü gibi bakmaya duyulan inançla.
Buna rağmen Memiş Amca aynılaşmanın verdiği alışkanlıkla yine onların yanında yöresinde dolanmakta. Kendisini orada bulduğumuzda, bize rehberlik etmekten haz duyarak anlattı evlatları gibi baktığı belli olan ambarların sahipsiz kalmalarına rağmen zarar görmemelerinin sırrını, memleket temiz olmasa, şehirler gibi bozulsa bir gecede uçacağına, bu kokuşmuşluk nedeniyle şehirde ne aç, ne susuz olduğuna inancını.
Bizi gezdirdiği kendi ambarının 3 kuşaktan eski olduğunu söylüyor. Babasının satın aldığı adamın, babasının ve kendisinin dünyadan geçişini anlatırken gözlerinde saygı duruşuna benzer hüzünlü bir ifadeyle ve bir köy odasının kapısında yazan şu cümleleri anımsatarak:
Ey misafir, safa geldin, bundan iyi makam olmaz.
Kimi gelir, kimi gider, hiç kimseye mekân olmaz.
Ambarlara konan zahirenin zararlılara karşı korunması için ziraat ilaçları yanında doğal yöntemler de kullanılır. Mahsulün içine incir ve dut yaprağı ve sönmemiş kireç karıştırırlar.
İçlerinde onca yoksulluğu, belki çiftçinin traktör, evin kadının yeni bir fistan, çocuğunun plastik bir bebek ya da oyuncak kamyon hayalini besleyen, hayalleri bozulmasın diye en derinine, karnına katan ambarlar bugün yorgun. Artık içlerinde eskiden taşıdığı zenginlikleri barındırmıyor, şükür ve umutla harmanlanmış bereketleri kucaklayamıyor, yanlarına yeni ambarlar konamıyor.
Bunda tarımsal üretimin azalması, kente göç, geleneksel değerlere eski özenin gösterilmemesi gibi faktörler etkili olmaktadır.
Şimdi sahip oldukları her şeyi yitirmiş bir müflisin derin sessizliğinde özlerinde bulunan yaşam enerjisine tutunuyorlar. İnsanların sırtlarını onlara değil kendilerine döndüklerini, sanki akılları başlarına gelip de kurtuluşun toprağın karnını yarmak, doğaya dört elle sarılmak olduğunu anlayacaklarmış gibi.
Umut işte.
* Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Folklor Araştırmacısı
Ocak 2007 ANTALYA
*Öznur TANAL
Bezirgân yazlağı ve kışlağı olması, bu nedenle dört mevsimi sıkıntısız karşılaması ve yaşaması bakımından ayrıcalıklı bir köy. Köy muhtarlığının verilerine göre köyün asıl yerleşim yeri 7000 dönümlük düz bir arazi üzerinde yer almaktadır. Bu sürekli ve yazlık yerleşimden başka köy Gedikler Ardı denen mevkiden başlayarak denize kadar uzanan Sahil Kaputaş, Yayla Kaputaş, Ekizce, Alanışık Gediği, Sarıç gibi yerler, Kalkan sahilinde yer alan ve kışlak olarak kullanılan Ordu, Ulugöl, Sarıçbaşı, Köydere ve Çukurca adlı büyük mahallelerle birlikte toplam 33.000 hektar arazi üzerine kurulmuştur.
Yine muhtarlığın verilerine göre hane sayısı 900’e yakın, nüfusu ise 700 civarında. Ancak köylülerce bunun seçmen sayısı olduğu, köy nüfusunun 1200–1300 kişi olduğu beyan ediliyor. Buna göre 1200-1300 nüfusu, 700-800 seçmeni vardır. Kalkan'daki Belediye Başkanlığı seçimlerini etkileyen bir o kadar Bezirgân seçmeni de Kalkan'da yaşamaktadır. Bunlarla birlikte Bezirgân'lı seçmen sayısı 1500-1600'ü bulmaktadır.
Geçim kaynaklarını kışlakta kuru tarım, hayvancılık, sahilde zeytincilik, az oranda üzüm ve elma üreticiliği ile büyük oranda turizm oluşturmaktadır. Tarımda arpa, buğday, susam, fiğ, burçak, ayva, elma, üzüm, incir ve badem yetiştirilmektedir. Bu ürünlerden elma ve üzüm dışındakiler kendi ihtiyaçları kadar yetiştirilir. Üzüm ise şarap yapılmak üzere fabrikalara gönderilir.
Herkesin kendine yetecek kadar zeytinliği vardır, ihtiyaç fazlası da toplanarak satılır ya da fabrikaya gönderilir. Zeytin bitkisinin köye "Sığırcık Kuşları" tarafından getirildiğine inanılmaktadır.
Hayvancılık da kendi ihtiyaçlarını karşılayacak düzeydedir. Köyde iki adet besi çiftliği de bulunmaktadır.
1974 yılında köyde 6 kahve 2 yazlık sinema varmış. Sinemaları dolduran 500-600'er kişi oturacak yer bulunmazmış. Panayırlar kurulur, güreşler yapılırmış. 1980'den sonra başlayan işsizlik ile dışarıya göç başlamış ve orta yaştaki köylülerin büyük bir bölümü Antalya'ya göçmüş. Köy sakinlerinden Davut KARADENİZ tarafından çoğu Antalya'da Kepez'de bulunan gecekondu yerleşmelerinde olmak üzere 300–400 hane Bezirgânlı bulunduğu bildirilmiştir. Bunun yanında aynı yıllarda patlayan turizm sektöründe çalışmak üzere genç nüfusun neredeyse tamamı da Kalkan'a taşınınca köyde yalnızca yaşlılar kalmış. Kış aylarında köyde 15 kişinin yaşadığı nüfusun büyük çoğunluğunun Kalkan'da bulunan kışlaklarında oldukları, Mayıs ayından itibaren yaşanan geri göç ile nüfus normal seviyesine ulaşmaktadır.
Köyde okul vardır ancak taşımalı eğitim sistemine geçildikten sonra öğrenim öğrencilerin Sarıbelen Köyü'ne gidip gelmesi suretiyle, yani taşımalı sistemle yapılmaktadır. Okuma oranının %100 olduğu, doktor, asker, öğretmen gibi meslek kollarında çalışan birçok insanın yetiştiği, en son okuma yazma bilmeyen orta yaştaki insanların da Milli Eğitim Bakanlığı'nın açtığı okuma yazma seferberliği ile cehalete veda ettiği ifade edilmektedir.
Köyde 10 yıl önce yapılmasına karşılık sağlık görevlisi atanmayan sağlık ocağına araştırmanın yapıldığı tarihlerde bir ebe atanmış ancak şimdiye kadar olmayan su şebekesi döşeme işlerini yapan işçilere misafirhane olarak tahsis edildiği için köyde sağlık olanağı bir süre daha ertelenmişti. Bu tarihe kadar köyde su ihtiyacı hemen her evin önünde bulunan kuyulardan karşılanmaya çalışılmış. Ancak son 15 yılda iki katına çıkan, günden güne de artan kanser vakalarının yanlış beslenme alışkanlıkları dışında kuyu sularının %100 mikroplu çıkmasından kaynaklandığının anlaşılması su şebekesini zorunlu kılmıştır. Köy halkının ve muhtarlığın başvurusu üzerine Antalya Valiliği, Antalya Özel İdaresi ve kaymakamlığın maddi yardımları ile şebeke döşenmeye başlanmış.
Yine aynı tarihlerde köyde ruhsat verilen bir taş ocağı yürütülen yoğun karşı çabalar sonucunda iptal edilmiştir. Daha önce karayolları tarafından köy yakınında yapılan 6 aylık yol çalışması sırasında patlatılan dinamitlerin şiddetiyle evlerinin duvarları çatlamış, yeraltı suları da çekilmiş. Taşocağının kurulacağı mevkinin salebin ana maddesi ve Anadolu'nun endemik bitki türlerinden biri olan orkide ve diğer başka bitkilerin, soyu tükenme tehdidi altında olan tilki, yabangeyiği, yabandomuzu, tavşan, keklik gibi hayvanların yaşam alanı olduğu, taşocağının işletilmesi ile onların yaşamına son verileceği belirtilmiştir.
Köyün bir camisi ve bir Kuran kursu vardır ve çevre köylerden gelen 16 öğrenci bu kursta dini eğitim almaktadır.
Köyde geleneksel aile yapısı korunmakla birlikte erkekler tarafından yabancılarla evlenme de görülmektedir. Köy içinde yabancı ile evli bir kişi varken bu sayı Kalkan ve çevre köylerde 10 civarındadır. Türkiye'nin başka illerinden ve yurtdışından gelip yerleşenler de yaşamaktadır Bezirgân'da. Bunların büyük çoğunluğunun Bezirgân'ı seçme sebebi Kalkan'da turizm sektöründe hizmet eden işyerlerinin olmasına bağlanmaktadır. Ayrıca Bezirgân'ın sedir ormanları ile denizin kucaklaşmasından oluşan bol oksijenli havasının astım, bronşit bazı hastalıkları sağaltıcı bir etkisi olduğuna da inanılmaktadır.
1975–1980 yıllarında köyde marangozluk ve ambarcılık dışında semercilik, ayakkabıcılık, kalaycılık, demircilik gibi zanaatlar ve zanaatçıları varmış. Ancak köy halkının göçebe olması, yaz kış sürekli yer değiştirmeleri, bu tarihten sonra köy halkının büyük çoğunluğunun turizm sektöründe çalışması, geleneğin teknolojiye yenik düşmesi gibi nedenlerle zanaatlarını yaşatamamışlar.
Bunlar gibi yaşatılamayan geleneklerden biri de makineleşmenin olmadığı zamanlarda uygulanan imece usulü yardımlaşmadır. İşini kendi tamamlayamayan kişi imece çağrısı yapar gönüllü olanlar gelip işi kısa zamanda bitirirlerdi. Bu emeğin karşılığında imece sahibi bir küçük veya büyükbaş hayvan keserek onlara ziyafet vererek bir anlamda ödüllendirirdi.
Köyde 1986 yılında elektriğin gelmesinden sonra 1988'de kurulmuş bir değirmen bulunmaktadır. Ondan önce eşeklerle Boda veya İslamlar Köylerinde bulunan su değirmenlerine giderlermiş.
Köye gelen çerçi, tüccar vb. konuklar köy halkı tarafından ortaklaşa yaşatılan köy odasında ağırlanırmış. Köyde Yunanistan'a bağlı Meis Adası'na yakınlığı nedeniyle yaşanmış birçok korsan, zeybek, efe ve kaçakçılık öyküsü anlatılmaktadır. 1930'larda Kaş ve Kalkan ile köylerinden topladıkları horoz, tavuk, zeytinyağı gibi gıdaları Meis Adası'na götürüp karşılığında kahve getirirmiş kaçakçılar. Bugün Meis Adası'nda yaşayan halk ülkemize serbestçe girip alışveriş yapmakta ve ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Ancak Türkler Yunanistan'ın kendilerine uyguladığı vize nedeniyle Meis ve başka Yunan adalarına geçemezler. Buna karşın iki halk iletişim kurulabildikleri oranda insanca ilişkiler sürdürmektedirler.
Köyün tarihçesi hakkında kesin bilgilere ulaşılamamakla birlikte Orta Asya'dan göçebelik yoluyla geldikleri inancı yaygındır. Köyün adını Kaş Limanı'na yakınlığı, ihracata uygun yerleşimi ve yayla ile sahil arasındaki ticari hayat için bir köprü vazifesi görmesi nedeniyle aldığı sanılıyor. O zamanlar Elmalı, Korkuteli gibi yayla yerleşmelerde üretilen bütün mahsul, kereste ve dokuma ürünlerinin değeri için belirleyici bir konumda olmasından dolayı "Pazaryeri" anlamına gelen "Bezirgân" adı verildiği düşünülüyor.
Antik çağda Dalyan 'dan başlayarak Antalya yakınındaki Phaselis 'i içine alan, bugün Anadolu'da adı Teke Yarımadası olarak geçen bölgede, " Işık Ülkesi " Lykıa'da yer alan köyün adının 3 bin yıllık eski bir ticaret yolu "Likya Yolu" üzerinde yer alması da adı hakkında bir ipucu vermektedir.
"Evlerimizi mezar yaptık, Mezarlarımızı ev Yıkıldı evlerimiz Yağmalandı mezarlarımız Dağların doruğuna çıktık, Toprağın altına girdik Suların altında kaldık, Gelip buldular bizi Bozdular birliğimizi Altüst ettiler bizi Yakıp yıktılar Yağmaladılar bizi Biz ki analarımızın, kadınlarımızın ve ölülerimizin uğruna Biz ki onurumuz ve özgürlüğümüz uğruna Toplu ölümleri yeğleyen Bu toprağın insanları Bir ateş bıraktık Hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan..."
Alıntı : www.likyatatil.com sitesinden. ( Şiir şairi belli olmayan bir Azra ERHAT çevirisidir. )
Antik dünyanın gizemleriyle doğanın bütünleştiği bu bölgede Likya anıt mezarları bugün ahşap şeklinde ve başka bir fonksiyonla zahire ambarlarında yaşamaktadır.
Gelidonya Burnu, Andriake (Çayağzı) Limanı, Gökkaya Koyu, Kekova Adası, Kale (Simena), Üçağız (Teimioussa) ve Sıçak Yarımadası... MÖ 3000 yıllarına uzanan tarihleriyle Anadolu’nun en eski halklarından olan ve özgürlüklerine düşkünlükleriyle ünlenen Likyalıların yerleşim birimleri… Bölgedeki hemen tüm köylerde rastlanan ve çivi kullanılmadan tahtaların birbirine geçme tekniğiyle yapılan, Likya mezarları formundaki ‘tahıl ambarları’, geçmişin günümüze ulaştırdığı tarihi simgeler olarak çıkıyor karşımıza. ( Alıntı: Ersin DEMİREL THY SKYLİFE DERGİSİ Mayıs 2005 )
Biraz daha güneye gidildiğinde antik kent Andriake'nin yakınlarında Roma döneminden kalma Hadrian tahıl ambarları görülür. Büyük olasılıkla Andriake Patara ile birlikte Roma'da kullanılmak üzere tahılları depolamak için bu tarz yapılar kullanan tek ticaret şehriydi. Andrakos nehrinin ağzında yer alan Andriake Myra'nın limanıydı. MS 61'de Hz. İsa'nın havarilerinden Aziz Paul'ü Roma'ya götüren gemi fırtınanın dinmesini beklemek için bu limana demirlemiştir. Nehrin güçlü akıntısı Bizans dönemine kadar limanın alüvyonla kaplanmasını uzun süre engellemiştir. ( Alıntı:www. dragomanturkey.com/tr/mixedtours/medbeauty.htm sitesinden.)
Bu ambarlar Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinde de var. Kendileri Finike'yi anlatıyor aslında...'Adı geçen Finike Kalesi Teke Eyaletin de Paşa mülküdür. Ordu komutanı ve Subaşısı vardır. (Birilerinin Subaşı soyadı buradan mı geliyor?) Amma idare yeri ve idarecisi ve Müftüsü Elmalı şehrindedir. Kapladığı alan malumum değildir. İçinde bir cami ve komutan ve asker evleri ve buğday ambarları vardır. Alçak bir demir kapısı vardır. Hepsi toprak örtülü üç yüz evdir. Çarşı içinde camisi cemaati kesireye maliktir. Ve buna yakın kasabada Abdal Musa Sultan'ın bir hasta bakım yeri vardır. Fakat bir vakfı olmadığı halde fukarası (Fakiri) azdır. Bunun bahçesi içinde (Nazar Dede) gömülüdür. ( Alıntı : 22.10.2006 tarihli Akşam Gazetesi'nde yayınlanan yazanı belli olmayan makale)
Bezirgân zahire ambarları Likya tipi mezar anıtından ( Lahit ) esinlenilerek ahşaptan yapılmıştır. Bezirgân'da ambar yapımı işi bir önceki kuşakta Esat ve Ömer ustalar tarafından yapılırmış. Ancak yaklaşık 40 yıldır Mehmet OK ve 10-15 yıldır da oğlu Muhsin OK tarafından yapılıyor. Usta bu ambar yapım işine 25 yaşlarında başlamış. O zamana kadar çiftçi olup şimşir ellik, düven gibi küçük ağaç işleri yapıyorken tarım işlerini diğer 8 kardeşine bırakıp bu yaştan sonra hızar alarak marangozluğa başlamış.
Eski ustalar ambar kerestelerini genç Mehmet Usta'nın hızarında biçtirip montajını kendileri yapıyorlarmış. Şu anda köyde ambar yapımı işi olmadığı için marangozlar sadece doğrama yapmaktadır.
Ambar yapımında kullanılan sedir ve katran ağaçları Orman Dairesi'nce tespit edilerek ihtiyacı olanlara ihtiyacına göre ( kümeslik, ambarlık, ev kerestesi şeklinde ) ve düşük bir bedel karşılığı verilirken bugün kereste yalnızca tüccarlardan ve yüksek bedel karşılığı temin edilebilmektedir.
Ambar için seçilen alanda önce 30 - 40 cm derinliğinde bir temel kazılarak buraya bir dikdörtgen alan oluşturacak şekilde dört adet kalas ve o dikdörtgenin ortasına bir uçtan bir uca çapraz olarak uzatılan bir denge kalası yerleştirilir. Bu denge kalası kerestenin fazla olması durumunda 3 tane de atılabilir ve bu dayanıklılığı arttırır. 2'şer metrelik 8 tane de kalas da dikine atılır. Bu dikine kalasların üstüne yine kenişlenmiş ( oluk açılmış ) 4 tane kalas daha geçirilir. Bundan sonra içinin bölmelerini ve çatısını yapılarak ambar tamamlanır.
Ambar için kullanılacak ahşap kalaslar hızar makinesindeki planyaya takılan "Keniş" dedikleri bir aygıtla şekillendirilmektedir. Bu kenişle oyulan ve alt döşemede kullanılan 15X10 ebadında uzun kalasların yatay olarak uzatılarak bu oluğa aynı ebattaki kalasların dikey olarak oturtulması yöntemiyle oluşturulur. Ambar sahibinin ekonomik gücüne, elinde bulunan kereste olanağına ya da beğenisine göre kalasın ebadı 20 cm'ye kadar büyütülebilir. Bu oyuğu açan aygıt gibi oyuklara da "Keniş" denmektedir. Bu kenişlerin genişliği genellikle 1 cm.dir. Ancak bu kalınlığın 2 cm. olması ambarın daha sağlam olmasını sağlar. Çatı 15 X 1 cm. ebadında biçilen iki kat tahta ile kaplanır. Buna "Ambar Örtüsü" denir.
Bu marangoz işçiliği 1986 yılına kadar mazotla, bugün ise elektrikle çalışan hızarlar tarafından yapılmaktayken bu teknolojilerin olmadığı zamanlarda bütün parçalar el rendesi, el kenişi gibi aletler ve el emeği ile yapılırmış.
"Geçme Tekniği" ile yapılan ambarların ön tarafta girişi sağlayan ve merdivenlerin bağlandığı balkon dışında hiçbir yerinde çivi kullanılmamaktadır. Bu özelliği nedeniyle sökülüp başka bir yere yine aynı yöntemle uyarlanabilme olanağı vardır. Ambar ustalarının yaptıkları bu muhteşem eserlere kazıdıkları, çaktıkları bir sembolleri, özel bir işaretleri olmadığı halde çaktığı çivinin bile yapanın işçiliğini yansıttığı söylenir ve işin erbapları hangi ambarı kimin yaptığını bilebilmektedir.
Ambarların içi tabanda "Güpse" denilen gözlere ayrılmıştır. Ortalama bir ambar 6 veya 8 güpseden oluşur. Bu gözlere hasat sonunda kaldırılan mahsul doldurulur. Güpselere sığmayan mahsul çuvalları, sandık, deri, süpürgelik vb. eşyalar da üzerine dizilir. Sandıklarda, toprak evlerde kalsa nemden bozulabilecek ya da fare gibi canlıların istilasına uğrayabilecek sayısız çeyiz, dokularına işlenen el emeği ve umut, sahile göçenlerin yatak yorganlarına sinen duygu ile kışlık ya da yazlık çamaşırlara, ata yadigârlarına gizlenen binlerce anı.
Ambarlara istiflenen çeyizlerin hisleri de taşar sandıklardan. Dikkatli bakınca genç kızların güzel ellerinde okşanıp güzel gözlerinde yıkandıktan ve bütün renklerin hasbıhal olup dört döndüğü bir yaylaya dönüştükten sonra yeni bir yuvaya yayılmadan önce geldikleri bu dingin evrende yaşadıkları sadece heyecan değildir. Burada, hayatın nabzının attığı bu mekânda dinlenirken bir zaman tünelinden geçişin yorgunluğunu da atarlar adeta. Dört bir yanlarını sarıp sarmalayan bu mekânın atası olan Likya Tipi Mezar Anıtı ( Lahit ) gibi ölüme değil yaşama tanıklık etmesi, kendi akıbetlerinin ve ölümle çıkılan karanlık bir yolculuk yerine hayata, hayatın canlı ruhuna aydınlık bir balonla yollanmanın sevincidir aynı zamanda.
Diğer yandan bir dingin nida da ambarları yarım asırdır sırtında taşıyan topraktan yükselir. Kıtlıktan berekete, anıdan umuda yapılan yolculukta bu kutsallığa kesmiş mekânları bünyesinde barındırmaktan, onlarda dinlenip günü geldiğinde hayata taşacak coşkuyu düşlemekten memnundur. Ayrıca yağmur, yel, gündönümleri dışında insanla kendini örselemeyeceği bir mesafede durmaktan da hoşnuttu. Üstünde ne tırpan, ne gübre, ne karanlık hesaplaşmalar ne de ölüm kolgezerdi. İnsanların sadece ulvi bir çaba sonunda döktüğü alın teri ile gelecek güzel günlere inancın ateşlediği sıcaklığı yayılırdı toprağın gövdesine. İşte bu yüzden ambarların aralarında mahalle çocukları gibi kollayarak, buralara gelince kendilerini dağ keçisi sanan evcil (!) keçilerin gübreleri ile beslediği ısırgan otları cansıza can verirdi.
"Ambarlararası" denen bu mevkide, sayıları zamana yenik düşüp göçenlerin sessizliğine, yanına getirdikleri taze orman kokusuyla gençlik aşılayanlarla, zaman içinde değişen, şimdilerde dörderli sıralara dizilmiş 125 görkemli zahire ambarı bulunmaktadır. Bu bölge iki yamacın arasında ve hava geçişine uygun bir konumdadır. Ayrıca yer seçiminde buranın köy merası olması, ovadan biraz yüksek olduğu için su basmaması da etkili olmuştur.
Yan yana ya da karşı karşıya ama bir arada, birbirleriyle sırlarını söyleşir, geleceği düşler gibi sıralanırlar. Bu üçü gibi nice kuşağa meydan okuyan ambarlardan çatısı olmasa bile hala heybetle durmasına rağmen yaşlandığı için emekliye ayrılanlar dışında yanan ya da yıkılan olmamış. "Ambarlararası"nda ambarlardan farklı karakter taşıyan tek yapı, bekçi kulübesi olarak yapılan ve bugün yıkılmış olan taş kulübedir.
Bu kadar zenginliği içinde barındıran ambarlar elbette kendi kaderlerine terkedilmiş değildi. Onları gece gündüz kollayan bir bekçileri vardı.
Ambarları bekleyen Mehmed ZEYMAN ( Memiş) 70 yaşında. Bezirgânlı, evli, 8'i sağ 11 çocuk babası. Şu anda bekçiliği bırakmış ama bütün yıl orada kalmak kaydıyla 20 yıl beklemiş insanların emeklerini ve namuslarını… Namuslarını diyorum, çünkü; Aynı zamanda borçlarını da buğday, arpa, nohut, fiğ gibi mahsullerin bizzat kendisiyle ya da satıp parasıyla öderlerdi bu insanlar ve eskisi gibi gür çıkamasa da sesleri, öderler hala. Bu sahiplenme karşılığında ambar başına aldığı 3 kile "Zehre" zamane şartlarında karnını doyuramaz olunca bırakmış işini. O'ndan sonra kimse omuzlamayınca bu gönüllü esareti şimdi kendi kaderine terkedilmiş gibi birbirlerini gözetir olmuş içlerinde hayatın tohumlarını kucaklayan ambarlar. Onlar toprakla, havayla, insanla, kuşla ya da balıkla buluşana dek gözü gibi bakmaya duyulan inançla.
Buna rağmen Memiş Amca aynılaşmanın verdiği alışkanlıkla yine onların yanında yöresinde dolanmakta. Kendisini orada bulduğumuzda, bize rehberlik etmekten haz duyarak anlattı evlatları gibi baktığı belli olan ambarların sahipsiz kalmalarına rağmen zarar görmemelerinin sırrını, memleket temiz olmasa, şehirler gibi bozulsa bir gecede uçacağına, bu kokuşmuşluk nedeniyle şehirde ne aç, ne susuz olduğuna inancını.
Bizi gezdirdiği kendi ambarının 3 kuşaktan eski olduğunu söylüyor. Babasının satın aldığı adamın, babasının ve kendisinin dünyadan geçişini anlatırken gözlerinde saygı duruşuna benzer hüzünlü bir ifadeyle ve bir köy odasının kapısında yazan şu cümleleri anımsatarak:
Ey misafir, safa geldin, bundan iyi makam olmaz.
Kimi gelir, kimi gider, hiç kimseye mekân olmaz.
Ambarlara konan zahirenin zararlılara karşı korunması için ziraat ilaçları yanında doğal yöntemler de kullanılır. Mahsulün içine incir ve dut yaprağı ve sönmemiş kireç karıştırırlar.
İçlerinde onca yoksulluğu, belki çiftçinin traktör, evin kadının yeni bir fistan, çocuğunun plastik bir bebek ya da oyuncak kamyon hayalini besleyen, hayalleri bozulmasın diye en derinine, karnına katan ambarlar bugün yorgun. Artık içlerinde eskiden taşıdığı zenginlikleri barındırmıyor, şükür ve umutla harmanlanmış bereketleri kucaklayamıyor, yanlarına yeni ambarlar konamıyor.
Bunda tarımsal üretimin azalması, kente göç, geleneksel değerlere eski özenin gösterilmemesi gibi faktörler etkili olmaktadır.
Şimdi sahip oldukları her şeyi yitirmiş bir müflisin derin sessizliğinde özlerinde bulunan yaşam enerjisine tutunuyorlar. İnsanların sırtlarını onlara değil kendilerine döndüklerini, sanki akılları başlarına gelip de kurtuluşun toprağın karnını yarmak, doğaya dört elle sarılmak olduğunu anlayacaklarmış gibi.
Umut işte.
* Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Folklor Araştırmacısı
Ocak 2007 ANTALYA
BURDUR’UN BAZI YERLERİNDE GELENEKSEL TEDAVİ ve BESLENME UYGULAMALARI
BURDUR’UN BAZI YERLERİNDE GELENEKSEL TEDAVİ ve BESLENME UYGULAMALARI
Bitkiler insan ve hayvan beslenmesi yönünden bütün canlı varlıkların yaşamının kaynağını oluştururlar. Bitkiler olmadığı takdirde hayat biter. Bugün dünyada hiçbir laboratuar insan ve hayvan beslenmesi için önemli maddeleri eksiksiz üretemez. Bu ancak bitkiye özgü bir olaydır. Otsu bitkiler bir taraftan yiyecek olarak kullanılırken, diğer taraftan baharat olarak yemeklerin tadını düzenlemekte, içecek olarak sindirimi kolaylaştırmakta, iştah açıcı rol oynamakta, diğer taraftan da birçok hastalığın tedavisinde kullanılmaktadır.
Botanik bilimine göre ot: Bir vejetasyon sonunda toprak üstü organları ölen bitkilerdir. Bu bitkiler sonbahar veya ilkbaharda çimlenip gelişir ve tohum vererek toprak üstü organları ölür. Bunlar tek yıllık, iki yıllık veya çok yıllık olabilirler.
İnsanlar doğal olarak yetişen birçok bitkiyi yeni yeni keşfetmeye başlamışlardır. Dolayısıyla, yabani veya yabancı otlardan nasıl yararlanabiliriz? Sorusu akla gelmektedir
Yabancı Otların Sağlığımız Bakımından Önemi;
1. Gıda Olarak Kullanılmaları
2. Çay Olarak Kullanılmalar
3. Baharat Olarak Kullanılmaları
4. Hastalık Tedavisinde Kullanılmaları, olarak özetlenebilir.
Türk kültüründe hayvan yetiştiriciliği bitki yetiştiriciliğinden önde gelir. Tarım yönüyle bakıldığında hayvancılık esastır. Halbuki bitkileri iyi tanımadan ne sağlıklı bir beslenme, ne de sağlıklı bir hayvancılık yapılması mümkün değildir.
Bugün Türkiye'nin birçok yerinde hala yabancı otlar beslenme ve hastalık tedavisi amacıyla kullanılmaktadır. 40 - 50 yaşın üzerindekiler çocukluk veya gençliklerindeki yedikleri domates veya diğer sebzelerin doğal tatlarını ve kokularını bulamamaktadırlar. Kültür bitkilerinin atası olan yabani bitkilerde ise bu tat ve kokular hala bulunmaktadır. (Otların Beslenmede ve Sağlıktaki Rolü )
Anadolu’da bitkilerle tedavi de çok eski çağlardan beri bilinmektedir. Anadolu’daki değişik uygarlıkların bitkilerle tedaviye ilişkin bilgilerin mevcut olduğu da bilinmektedir. Lokman hekim efsanesinde de bu konuya ait bilgiler mevcuttur. “Lokman Hekim bitkilerin dilinden anlar ve bitkiler ona hangi derde deva olduklarını söylermiş. Ölümsüzlük ilacını bile bulduğu ve bu ilacın nasıl yapıldığını Çukurova’da birbirleriyle konuşan çiçeklerden öğrendiği söylenir. Fakat öğrendiklerini yazdığı kâğıt Ceyhan nehri üzerindeki Misis köprüsünde elinden uçar ve ölüm çare bulunmaz olarak kalır. (TURAN, Fatma Ayten : Türkiye’de Halk İlacı Araştırmaları.)
Manisa ili, eski Anadolu’da Kybele’nin tapım merkeziydi. Ana tanrıçanın sevgilisi Adonis, avda bir yaban domuzu tarafından öldürülmüş, kanları toprağa aktığı gibi gövdesi de eriyip toprak olmuş. Her yıl ilkbaharda topraktan bitkiler ve çiçekler halinde fışkırırmış.Bu bitkiler ve çiçeklerde tanrının dölleyici, doğurtucu, çoğaltıcı gücü varmış. Eski Anadolu halklarınca her yıl ilkbaharda Manisa’da Mesir Bayramı kutlanır, bu otlar ve çiçeklerden yapılan yemekler yenirmiş. Mesir macunu da çeşitli hastalıklara iyi geldiğine inanılan eskiden kırk bir çeşit ottan yapılan bir macundur. ( Santur-Santur )
Son yıllarda hastalıkların tedavisinde tıbbi ilaçların yanı sıra hatta daha da çok bitkisel reçetelerin ve geleneksel tedavi yöntemlerinin tercih edildiğini görmekteyiz. Bitkilerin şifa verici ve gücüne inanan, basın, çeşitli iletişim araçları, bu konularda yapılan sayısız araştırma ve kulaktan kulağa bu konular hakkında bilgi edinen insan sayısı her geçen gün artmaktadır. Hangi hastalığa hangi ot veya geleneksel tedavi yöntemi kullanılmalıdır? Hangisi, neye göre doğrudur? Henüz herşey yerli yerine oturmuş değil ancak bu konuda kimsenin karşı çıkamayacağı; bitkilerin doğanın mucizeleri olduğu, sağlıklı iken kullanıldığında hastalıkların oluşumunu engellediği, doğru kullanıldığı takdirde ise modern tıbbın destekçisi olarak harikalar yaratıldığı gerçeğidir. Zaten bugün “Alternatif Tıp” terimi ile ifade edilen bitkisel tedavinin asıl amacı hastalıkların tedavisinden çok onları yaratan nedenleri ortadan kaldırmaktır. Hastalığa yakalanma durumunda ise hastalıklara göre bitkilerin seçimi ve kullanımı önem kazanmaktadır. Uzmanlar, seçtiğimiz bitkinin doğru dahi olsa yanlış hazırlanması ve uygulanması durumunda başarılı bir sonuç almanın mümkün olmadığını, öyle ki bir bitkinin üç dakika demlenmesi ile beş dakika demlenmesi arasında büyük farklar olduğu ve hastalığın tedavisinde çok önemli rol oynadığını belirtmektedirler. Başarılı sonuca götürecek olan; doğru seçim, doğru hazırlama ve doğru uygulama şeklinde formüle edilmektedir.
Bunun yanı sıra yetişen sebzenin, bitkinin, tahılın ya da meyvenin mineraller, proteinler, vitaminler, diğer etkin ve biyoaktif maddeler, o bitkinin yetiştiği veya yetiştirildiği toprağa, havaya suya, mevsime ve güneşe bağlıdır. Örneğin yaz aylarında yetiştirilen bitkinin yapraklarındaki protein kış aylarında yetişenden çok fazladır.( Saraçoğlu )
Bitkilerle tedavi konusunda bir diğer çarpıcı gerçek de; ülkemizde bulunan bitkilerin tür ve kalite anlamında dünyanın hiçbir yerinde aynı değerde olanını bulmanın mümkün olmadığı ve bunların çoğu da ülkemizde sadece o yöreye ait (endemik) türler olduğudur. Ülkemizde belirlenen 9500 tür bitkinin 3064 bini endemiktir. (Otların Beslenmede ve Sağlıktaki Rolü)
Buna karşın dünya ilaç sanayinde kullanılan birçok bitki köylülere bilinçsiz yöntemlerle toplattırılarak yok pahasına yurt dışına ihraç edilmekte, çok pahalı ilaçlar olarak geri dönmektedir. Birçok bitki türü ehil olmayan ellerce hoyratça toplanırken zarar görmekte veya yok olmaktadır. Birçok bitki türünün koruma altında olduğu Avrupa ülkelerine bakış bu durum bitki örtümüzün geleceğini tehlikeye sokmaktadır. ( Saraçoğlu, 6-8 .S )
1994-2000 yılları arasında Tokat, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nce yapılan bir araştırmada Bitki Koruma Bölümü öğrencilerine doğum yerleri olan ilçelerinde yabancı otlardan gıda olarak nasıl yararlanıldığı ve bu yabancı otlardan en az 15 türün belirlemeleri istenmiştir. Öğrenciler sonuçları bitirme semineri olarak vermişlerdir. Sonuçta, 34 familyaya ait 78 tür yabancı ottan 242 yemek, 44 salata, 31 çay, 6 tatlı ve 3 turşu tarifi belirlenmiştir. Araştırma 24 il ve 43 ilçede yapılmıştır. (Otların Beslenmede ve Sağlıktaki Rolü)
Biz de Kültür ve Turizm Bakanlığı, Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü Halk Kültürü Şubesi ve Burdur Valiliği’nce ortak yürütülen bir proje çerçevesinde 16-27 Mayıs 2005 tarihleri arasında Burdur, Burdur’a bağlı ilçe ve köylerde 6 Folklor Araştırmacısının katıldığı bir araştırma gerçekleştirdik. Bizim konumuz “Bitkilerle Yapılan Geleneksel Tedavi, yani Halk Hekimliği” idi. Derleme çalışmaları sırasında bu konuda kaynak kişi bulamadığımız yerlerde geleneksel beslenme alışkanlıkları konusunda bilgi topladık.
Burdur’da yapılan halk hekimliği uygulamaları genellikle kulaktan dolma ve büyüklerden öğrenme yoluyla öğrenildiği gibi bazı Burdurlular da hemen her hastalığa yerel halk hekimlerinden çok bitkisel reçetelerin yer aldığı kitaplarla çözüm arama yoluna gitmişlerdir. Otların yaygın olarak 21 Hazirandaki “Gündönümü”nden önce ve günün her saatinde toplandığı ve gazete üzerinde kurutulduğu belirtilmiştir.
Bu çalışma sırasında karşılaştığımız halk hekimlerinin otları tanıma ve toplama bakımından en bilinçlilerinden biri Hasanpaşa Beldesi’nde yaşayan Recep SERTTAŞ’tı. Halk arasında birçok hastalığa iyi gelen otları bildiğine inanılan bu kişinin yolculuğu önceleri çoban olup koyunların yediği otları merak etme ile başlamış, daha sonraları araştırma ve deneyimlerle hangi hastalığa hangi otun iyi geldiği bulunmaya çalışarak sürmüş. Bu işi öyle severek yapmış ki bitkilere sevdasından dolayı halk ona “Sümbül Dayı” adını vermiş. Sümbül Dayı halk ilacı olarak kullanılan otları Tefenni’de 2500 rakımlı Hasanpaşa Yaylası’ndan toplamaktadır. Kendisi otları kitaplardan araştırdıktan sonra birebir denemeden, yararından emin olmadan tavsiye etmediğini söylemekte. Yararından emin olduğu otların bilinen ve bilimsel adları yerine “ Mayasıl Otu, Prostat otu, vb.” olarak anlatıyor.
Doğada Kendiliğinden Yetişen ve Beslenmede Kullanılan Bitki Türleri ve Kullanımları:
Otlarla pişirilen yemeklere yöre genelinde “Ot Aşı” denir. Genel olarak yağ, soğan, salça, yıkanıp doğranmış ot veya ot karışımı, bulgur, sarımsak, tuz ve karabiber karışımının pişirilmesiyle yapılır. Bu otların bahar ayında yenilmesi gerektiğini bildiklerini, ancak yararından çok karın doyurmak amacıyla yediklerini ifade etmektedirler. Yörede bu aşta kullanılan ve yenen ot türleri:
Toklubaşı, Arapotu, Circimek - Circimik Otu (Ecibici, çoban çantası - salatası ve pişirilerek yemeği yapılır, ekşiye batırılarak çiğ olarak da yenir), Turpatan (Yabani roka, hardal), Ebegümeci, taş diplerinde yetişen Dağ Pancarı, Eşek Helvası ya da bazı yerlerde Karakavuk (Güneyik) denen kara hindiba, Kuzukulağı (labada), Çövenotu, Ispanak , Boydan Ispanak, Arapsaçı, Işılak, Çörtük (Tarhana yapımında kullanılır, tazesi kurutulup baharat olarak yemeklerde kullanılır- Tefenni-Başpınar Köyü) Karaot, Düğmelik, Teke Sakalı (Yemlik), Gavşek, Söğüt Yaprağı Otu, Çadır Otu, Gelincik, Karamuk (yapraklarından bulgur ile “Karamuk Aşı” yapılır, üzümleri de yenir.) Şalba-Şalaba (Labada) ile yapılan yemeğe “Gıcır Aşı” denir - Hasanpaşa.), Sirken, Katırtırnağı, Delice Bakla, Kuş Dili, Urgancık (Bağırgan), Gazyak (Kazayağı), Dölek Otu (dereotu), Kiriş (Çatak Köyü’nde böreği ve kiriş, yağ,salça, tuz,sarımsak ile pişirilerek yemeği yapılarak yoğurtla yenir. Aynı tarif süt katılarak da pişirilir.), Kerzime (Tere), Kuşdili, Yumurta otu, Kedi (.)iki, Tespih Otu (çiçeklerinden reçel yapılır),Panguduz (keten tohumu), Katır Tırnağı (yemeği ve böreği olur). “Yağlı diken” denen Şevket-i Bostan (yağ, soğan, salça, bulgur ve sarımsaktan oluşan klasik reçete ile pişirilip yemek olarak tüketilir.)
Taze asma filizlerinin çiğ olarak yenmesi de çok yaygındır. Yarpuz, haşlanmış yumurta ve patates, kırmızı toz biber, tuz, zeytinyağı ve erik ekşisi ile salata yapılarak yenir. (Hasanpaşa) Taze soğanın erkeği denen göbeğinden “Göbekaşı” yapılır. Acımık(Acı marul) ve Ekşimek salata olarak yenir. Kürt üzümü (üzümü ve tohumları yenir.(Tefenni)
Çay olarak içilenler :
- Cavır kükürdü,
- Dağçayı,
- Siğilotu,
- Karaot,
- Bubeşçi ( deli papatya ),
- Alıç,
- Acı kekik,
- Elduran ( Bir cins adaçayı)
- Gür (Kuşburnu, Yabangülü)
- Kekre çiçeği
Yiyeceklerin yapımında kullanılan bitkiler:
- “İt gülü” denen kuşburnu ,(kaynatılıp ekşi suyu ve tanesi turşulara konur.)
- Çöven otu (tıbbi sabun çiçeği,) helvanın mayası,
- Çörtük Otu (Zülfa Otu ) tarhana çorbası için hazırlanan ve “boyalı su” denen, dereotu, nane, fesleğen, soğan, ayva yaprağı ve boy karışımına eklenir).
Bazı yiyeceklerin Yapımı:
Ala çorba Yapımı:
Fasülye, nohut ve mercimek haşlanıp bu sulu karışıma helik denen ve bulgur elendikten sonra üstte kalan irileri ve tuz eklenerek kaynatmaya devam edilir. Helik de yumuşayınca üstüne kızgın biberli yağ dökülüp yenir.
Un Çorbası:
Tereyağı eritilir. Üstüne su konup kaynatılır. Üstüne acı biber atılır. Bir elle un dökülüp bir elle karıştırılır. Tuz eklenir. Kaynadıktan sonra üstüne erik ekşisi dökülüp servis yapılır.
Köfte:
Buğday değirmene götürülüp bulgurdan ince, köftelik öğütülür. Buna halk arasında “Göce” denir. Bir kapta yağ, ince kıyılmış soğan, domates salçası ve kırmızı biber, kavrulur. Bu karışıma göce eklenip yoğurulur. Bu karışımdan iki fındık büyüklüğünde parçalar alınır, yuvarlanıp unun içine atılır. Un elenip küçük köfteler ayrı bir tencerede kaynayan suya sürekli karıştırılarak eklenip kaynatılır. Üstüne tuz ve eritilmiş sadeyağı dökülüp yenir.
Doğal beslenmenin en önemli unsurlarından biri, çok sayıda zehirli türü de olduğu halde halk mutfağımızın neredeyse vazgeçilmezlerinden olan mantarlardır. Yuvarlak ve taş gibi sert bir mantar türü olan ve has mantarı denen türün zehirli olduğuna, yayla mantarı denen içi pembemsi renkte olan ve kültür mantarına benzeyen türün ise zehirsiz olduğuna inanılır ve onlar toplanır. (Tefenni – Hasanpaşa)
Yörede limon ve nar olmadığı için beslenmedeki yerini erik ekşisi almıştır. Erik büyük bir tencereye veya kazana konup üstüne yarım ölçü su konarak kaynatılır. Erikler tam patlayıp posası suya fazla karışmadan elek veya ilistir ile sudan alınır. Sonra bu su pekmez kıvamına gelene kadar kaynatılır. Soğuyunca şişelere konup serin yerde saklanır. Çorba, dolma, balık ve yeşilliklerde kullanılır.
Bazı bitkiler hem halk hekimliğinde hem de beslenmede kullanılmaktadır.
- Çörtük, fesleğen ve dölek otu (dereotu) turşu yapımında kullanılmaktadır. ( Hasanpaşa)
- Kuşburnundan sirke yapılıp turşularda kullanılmaktadır. (Tefenni - Başpınar Köyü)
- Sızgılı otu ve maya kekiği peynir yapımında kullanılır. (Tefenni – Hasanpaşa)
Doğal beslenmenin en önemli unsurlarından biri, çok sayıda zehirli türü de olduğu halde halk mutfağımızın neredeyse vazgeçilmezlerinden olan mantarlardır. Yuvarlak ve taş gibi sert bir mantar türü olan ve has mantarı denen türün zehirli olduğuna, yayla mantarı denen içi pembemsi renkte olan ve kültür mantarına benzeyen türün ise zehirsiz olduğuna inanılır ve onlar toplanır. (Tefenni – Hasanpaşa)
Üretim ve satış amaçlı yetiştirilen bitkiler:
Buğday, nohut, arpa, pancar, anason, cumur (rezene),mısır, vb. yayla ikliminde yetişen bitkiler tarımsal amaçlı ekilmektedir.
Doğada kendiliğinden yetişen ve halk hekimliğinde kullanılan bitki türleri ve kullanımları:
Hastalıklara göre yapılan uygulamalar şöyle sıralanabilir:
YARALAR, AĞRI ve SIZILAR İÇİN:
- Acımık (Cephalaria syriaca), Ölmez Otu (Xeranthemum), Çöven otu ( Saponaria officinalis, tıbbi sabun çiçeği, köpürgen ), Dövenotu vücuttaki yaralara ve ağrılara karşı yakı olarak kullanılır. (Tefenni-Başpınar Köyü) bu yörede en sık rastlanan uygulamalardan biridir. Özellikle bacak bölgesindeki romatizmal ağrılara karşı bu otun tazesi dövülerek ceviz kabuğuna doldurulup deriye yapıştırılır. 15 dakika sonra kızarır, 2-3 saat kalırsa şişer, su toplar, bu su diken ile sızdırılıp üstüne lahana yaprağı veya sinirotu sarılır. Eğer ertesi sabaha dek kalırsa deride onarılmaz yaralar açar, deriyi ve eti tahrip eder. Bunu kendilerinde deneyip inanılmaz acılar yaşamış insanlar anlatmışlardır.
- Yaralar ve romatizma ağrıları için ayrıca dışarıdan bulgur, tarhana lapası sarılır. Bunun için tarhana veya bulgur hastanın dayanabileceği sıcaklıkta sısak su ile bulamaç yapılarak ağrılı bölgeye uygulanır. Ağrı - sızılarda, burkulmalarda ise “Yılkındırık” denilen, hayvanın her yerinde bulunabilen, etin yenmeyen sinir kısımları dövülüp tuzlanarak ağrıyan yerde yakı olarak kullanılır. (Karamanlı)
- Vücutta isilik gibi küçük iltihaplı ve kaşıntılı yaralara “Sığır Kuyruğu” (Verbena officinalis) banyosu yapılır. Aynı ot omuz, bel, diz ağrıları için de kullanılır. Bunun için gerçek zeytinyağı ile ağrılı bölgeye masaj yapılır. Sığırdili otu doğranıp içine biraz bulgur, biraz da gerçek zeytinyağı eklenerek masaj yapılan yere akşamdan sarılır, sabaha dek bekletilir. (Hasanpaşa)
- Dağçayı suyu ile yaralara pansuman yapılır ( Tefenni’nin Eşeler Yaylasında yetişir. Ağız yaraları için de bitki çiğnenir.)
- Bacaklarda romatizma ağrıları için döven otu ezilip ceviz kabuğuna doldurularak ağrılı bölgeye yapıştırılıp sarılır.15 dakika durursa kızarır, gece yapılıp ertesi güne kadar kalırsa şişer, su toplar, bu su diken ile sızdırılır. Üstüne sinirotu ya da lahana yaprağı yapıştırılarak sarılır. (Bu uygulama çok yaygındır ve çoğu vücutta ağır tahribata yol açtığı için sonuç tam bir facia olmuştur. Bu konuya araştırmamızda çok sık rastladık. )
- Siğil otu ( Sinirotu ) kaynatılıp suyu ile ayak banyosu yapılırsa ayaklarda yorgunluğa bağlı ağrıyı alır. ( Tefenni - Hasanpaşa )
- Kuru soğan ya zeytinyağı içinde kavrulup soğutularak veya çiğ olarak dövülerek yaraya vurulursa iyi eder. ( Salda Kasabası )
- Boyun ağrıları için ağrılı bölgeye az miktarda kekikyağı sürülür.( Karamanlı )
- Serkile otunun kökü yakılarak külleri açık yaralara sürülür. (Karamanlı)
- Karın ağrısı için bir tutam kekik, közlenip dövülmüş bir baş soğan, 1 yemek kaşığı siyah çam katranı ( sarısı da olabilir ama siyah muteberdir.) karıştırılarak doğrudan göbeğin üzerindeki deriye uygulanır. Geceden sabaha kadar bekletilir. (Çatak Köyü)
- Kulak ağrısı için kulağa anne sütü damlatılır. (Çatak Köyü)
- Göbekte dayanılmaz ağrı (eş çıkması) olduğunda sabun bıçakla kazınır. Hafif sıcak su ile macun yapılıp göbeğe vurulursa göbeğin suyunu çeker. (Çatak Köyü)
- Karın ağrısı ve gaz için taze ebegümeci dövülüp içine bir tutam arpa unu katılarak karna yakı gibi vurulursa karnı yumuşatır, gazı alır. (Çatak Köyü)
- Kol veya bacakta berelenme olursa kuru tarhana içine biraz su katılarak macun kıvamına getirilir ve hafif ısıtılır. İçine dövülmüş taş kekiği eklenip bir bez üstüne sürülerek bereli bölgeye sarılır. Aynı rahatsızlık için sığır tersi (dışkısı) ısıtılıp, yine bir bez üzerine sıvanıp yaralı bölgeye doğrudan sarılır. (Çatak Köyü)
- Bacaklardaki sızılar için akşamdan ısırgan otu dövülüp buna bir tutam arpa unu ilave edilir, biraz da su serpilerek sızlayan yere vurulur. Sabaha kadar bekletilir. (Çatak Köyü)
- Romatizma için taş kekiği çayı içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Hayıt tohumlarının ağızda çiğnenip yutulması ve yemeklerde kimyon kullanılması karın ağrılarını giderir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Sütleğen incir yaprağı ile, Çalba da Yaraotu ile dövülüp sızılı bölgeye yakı olarak vurulursa önce yara yapar, sonra sızıyı alır. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Şalba otu çayı sıcak olarak içilirse karın ağrısına iyi gelir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Karın ağrısı için çam katranı ve ardıç giliği(meyvesi) ezilir ve bu karışım Ayvadana (Civanperçemi) otu ile kaynatılarak geceden karna yakı yapılır. Bunlar baharda kurutularak kışın da kullanılabilir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Boğaz ağrısı için elma kaynatılıp posası ılık olarak boğaza sarılır. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Sarı pıtrak otu romatizma, bacak ağrıları için dövülüp gazoz kapağının içine doldurularak diz kapağının altına sarılır. 1-2 dakika sonra çıkarılır. Bu sırada deri kabarır, su birikir. O su akıtılınca sızının da geçeceğine inanılır. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Demir pıtrağı iltihap olan yere lapa olarak vurulursa yarayı kurutur. (Tefenni)
- Burkulmalar için pamukluk denen maki türünün yaprağı dövülerek sarılır. (Tefenni)
- Meşe mazusu denen, meşelerdeki kahverengi kozalak gibi maddenin kabuğu alınıp içinden çıkan toz açık yaraya sürülürse kapatır. (Tefenni)
- Bertikotu çayı kırık nedeniyle oluşan şişlikler için arpa unu ile karıştırılıp ısıtılır ve yakı yapılırsa şişliği indirir. (Tefenni)
MİDE RAHATSIZLIKLARI ve ÜLSER İÇİN :
- Adaçayı içilir, derideki yaralar için de suyu ile yaraya pansuman yapılır (Karamanlı)
- Küçük bir cam şişenin aldığı kadar sızma zeytinyağının içerisine şişeye sığdığı kadar kantaron otu konulup 20 gün güneşte bekletilerek ilaç yapılmaktadır. Aç karnına birer kaşık içmek suretiyle kullanılmaktadır. (Karamanlı)
- Altın Otu bitkisinin çiçekleri çay olarak içilir. (Hasanpaşa)
- Kındıra Otu’nun (kemer otu – semer otu ) kökü çay gibi içilir.
- Karamanlı’nın üst kuzey tarafındaki “Menekşe Sivrisi” mevkiinden toplanan “Acı kekik” çay olarak içilir.
- Geven kekiklerinin özünü yiyen arıların yaptığı bal yedirilir. (Karamanlı)
- Sumak suyu akşamdan soğuk su içine konup sabaha kadar bekletilir ve süzülüp içilirse ülsere ve başka içsel yaralara iyi gelir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Isırgan otu vücuttaki yaraları iyileştirir, kanı temizler. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Papatya çayı içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Günlük sakızı çiğnenir. Bu aynı zamanda baş ağrısı için de kullanılır. (Kocaaliler Beldesi)
- İnsanın bedeninde ve midesinde şişkinlik olursa kuşkonmaz çayı içirilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Mide üşütmeleri(soğuklama) için zambak kökü kaynatılıp içilir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Sorkuç denen çam ağacının sakızı bal ile karıştırılarak yutulur. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
ÖKSÜRÜK İÇİN KULLANILANLAR VE NEFES AÇICI OLARAK KULLANILANLAR:
- Siğil otu (Kırlangıç otu) çay gibi içilirse nefes açar.(Hasanpaşa Beldesi)
- Kavak ve söğüt ağacı üzerinden toplanan ökseotu gölgede kurutulur ( Toplanırken ökseotunun beyaz üzüm şeklindeki parçaları alınmaz). Akşamdan su içine konur, sabah süzülüp suyu içilir. Bu şekilde nefes açmak ve ağrı kesmek amacıyla kullanılır.
- Öksürük için Altın Otu bitkisinin çiçekleri çay olarak içilir. (Karamanlı)
- Ökseotu’nun beyaz üzümleri değil, kavak ne söğüt ağacı başında yetişen türlerinin meyvesi toplanıp kurutulur. Nefes açmak ve ağrı dindirmek amacıyla akşamdan suya ıslanarak sabah süzülüp içilir. (Hasanpaşa)
- Kestane ağacı yaprağı çay gibi demlenerek içilir. (Salda)
- Zencefil çayı içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Ayva yaprağı çayı içilir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Afyon’un kozalağı kaynatılıp suyu çay gibi içilir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Pekmez içilip arkasından su içilmez. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Mubecce (papatya) kaynatılıp içilir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
İDRAR GEVŞEMESİ (PROSTAT) İÇİN:
- Dalağan (ısırgan) çay olarak içilir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
İDRAR YOLLARI RAHATSIZLIKLARI İÇİN:
- Isırgan ve ayrık kökü kaynatılıp içilir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
SİNÜZİT İÇİN:
- Köpek Hıyarı (Eşek hıyarı) meyvesinin indeki su burna çekilirse sinüziti akıtır. (Tefenni)
ASTIM İÇİN:
- Sarı Kantaron çayı 7-8 gün, sabah aç karnına günde 3-4 kez içilir. ( Karamanlı )
- Davşan peri otu çayı nefes darlığı için kullanılır.( Karamanlı )
- Nane astım ve öksürük için çay olarak içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
SOĞUKALGINLIĞI ve NEZLE İÇİN :
- Çörekotu bir tavada kavrulur. Bir dastara çıkılanıp burna çekilir. Ayrıca çay olarak içilir. (Çatak Köyü)
- Palanduz otunun evini (tohumları) ezilip süt ile kaynatılır, bağra ve sırta sarılır. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Ayvadana (Civanperçemi), soğan (kuru da taza de olabilir), şalba incecik doğranır. Üstüne zeytinyağı, arpa unu, katran ve sirke eklenerek hafif ısıtılır. Bu yakı göbeğe konulursa soğuk algınlığını giderir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
SARILIK İÇİN:
- Üst dudağın altındaki dudakla diş etini bağlayan perdedeki düğme kesilip alınır. Ayrıca alın bölgesinde iki kaşın arası hafif hafif kesilerek limon basılır. Ama bu işlemi sadece sarılık ocağı olan kişi yapabilir.(Çatak Köyü)
- Zerde çayı içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
TANSİYON İÇİN :
- Karamanlı’nın kuzeyinde 1075-1190 rakımlı “Sivri Tepe” den toplanan Eşek kekiği suyu veya çayının düşük tansiyonlu insanlara iyi geldiği, tansiyonu düzenlediği, ancak yüksek tansiyonları daha da yükselttiği için onlara zarar verebileceği, sinirli olabilecekleri belirtilmiştir. ( Karamanlı )
- Oğlan otu çayı tansiyonu düşürür ve zayıflatır. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
KANSER İÇİN :
- Serkile otu çayı kullanılmaktadır. Ayrıca İsmail Okan adlı kaynak kişi bu otun suyunun 20-25 yaşını geçmemiş kişilerin saçına sürmeleri halinde saç rengini değiştirdiğini, sarı ise siyah, siyah ise sarıya dönüştüğünü, kendisinin de bu yöntemi kullandığını belirtmiştir. ( Karamanlı )
- Karamık kökündeki sarı kısımlar Ekim ayında kazılıp su ve kuşburnu ile 45 dakika kaynatılır. Sabahları aç karnına 1 su bardağı içilir. (Karamanlı)
- Çamın yeni filizleri kaynatılıp içilir. (Tefenni)
SITMA İÇİN :
- Söğüt ağacını gelişmemiş üzüm şeklinde, sülüğü andıran pürçüğü sıtmaya karşı çiğ olarak yenmektedir.
İSHAL İÇİN:
- Ayva yaprağı haşlanarak suyu içilir.
- Sinameki otu çay olarak içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
BASUR ( HEMOROİT ) İÇİN :
- Şeytanelması tohumlarının 3-5 gün yutulması halinde basur (mayasıl – hemoroit) rahatsızlığına iyi geldiği, hafif sarhoşluk veren bu uygulama sırasında baharat ve mayalı içeceklerden kaçınılması gerektiği belirtildi (Karamanlı)
- Sığırkuyruğu çayı içilmektedir. (Karamanlı)
- Karamık kökündeki sarı kısımlar Ekim ayında kazılıp su ile 45 dakika kaynatılır. 8 gün boyunca sabahları aç karnına 1 su bardağı içilir. Bu sırada acı yenmemeli ve alkol alınmamalıdır. Bir başka tarife göre bu karışıma kaynatılırken kuşburnu da eklenebilir.
(Karamanlı)
- ½ kg. burçak bez kese içinde suda kaynatılarak kese sıkılır. Bu su bir hafta boyunca aç karnına içilir. ( Karamanlı )
- Halk arasında Arap Otu ya da Arap Taşağı denen otun kökleri haşlanıp suyu içilir. (Başpınar Köyü)
İDRARYOLU İLTİHABI (SİSTİT) İÇİN:
- Bu rahatsızlığa yörede “sidik zoru” denir ve bunun için kara pıtrak suyu kaynatılıp içilir. (Çatak Köyü)
KOLESTEROL İÇİN :
- Kiraz sapları kaynatılıp suyu içilir. ( Salda Kasabası )
-
SİNİR RAHATSIZLIKLARI VE RUHSAL BUNALIM İÇİN :
- Alıç ( Juniperus communis ) marmeladı kullanılmaktadır. (Hasanpaşa)
- Sığırkuyruğu çayı içilmektedir. ( Karamanlı)
İÇ ORGANLARDAKİ RAHATSIZLIKLAR İÇİN :
- Yılandili Otu’nun beyin ve kalp damarlarını açtığına inanılmakta ve bu yönde tedavi amaçlı çay olarak içilmektedir. (Hasanpaşa)
- Oğulotu çayı kalp yetersizliği olanlara ve strese karşı içilir.(Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Ardıç tohumu çayı kanı inceltir. (Tefenni)
-
ŞEKER HASTALIĞI İÇİN :
Alkole bağlı şeker hastalığında Sarı kantaron, rezene ve sığır kuyruğu çayı içilir. (Karamanlı)
- Haşhaş yenir. (Karamanlı)
- Aş kekiği çayı içilir (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Acı badem yutulur ( Bir seferde en fazla 3 tane olmak üzere hastalığın belirtileri nüksettikçe yapılabilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Oğlan otu çayı içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Zeytin dalı kaynatılıp içilir. Mayhoş elma yemek de şekeri düşürür. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Çam ve ardıç ağaçlarında çıkan purç, ökseotu ya da mantar denen ve mercimek büyüklüğünde domates gibi meyvesi olan çiçekli bitkinin yaprağı kaynatılıp içilir. Tohumları kesinlikle içilmez. (Tefenni)
KALP HASTALIĞI İÇİN :
- Domuz pıtrağının güz aylarında çıkan tohumları yutulur. (Karamanlı)
BEL FITIĞI VE BEL RAHATSIZLIKLARI İÇİN:
- 6-7 kg. cin biberin çekirdekleri ayıklanarak eti bir kaba konur. Üzerini kapayacak kadar ispirto içinde bir hafta bekletilip süzülür. Elde edilen solüsyon 3 gün boyunca bele sürülür. (Karamanlı)
BÖBREK RAHATSIZLIKLARI VE TAŞ İÇİN :
- Sumak otu çayı 8 gün, sabah aç karnına günde 2-3 kez içilmektedir. ( Karamanlı )
- Dalgan (Isırgan) suyu içilir. ( Salda Kasabası )
- Dişotu çayı böbrek hastalıklarına ve üreye iyi gelir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Kökboya bitkisinin çayı böbrek taşlarını düşürür. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Ayrık otu kökü kaynatılıp suyu içilirse taşları düşürür.
- Demir pıtrak, sarı ve kara pıtrak kaynatılıp içilir. Demir pıtrağın ayrıca kalp damarlarını genişletip kanı sulandırdığına inanılıyor. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
İSHAL İÇİN :
- Ergen (kızılcık) yenir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
ÇOCUK DÜŞÜRMEK İÇİN :
- Yılan mısırı otunun suyu içirilir. (Bu nedenle bir kadının öldüğü belirtilmiştir. (Hasanpaşa )
- Haşhaş sütü çok alınırsa çocuk düşürür. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Ebegümeci çayı içilir.(Çeltikçi-Güvenli Köyü)
AĞIZ KOKULARI İÇİN :
- Karanfil dikeni göbeğinden çıkan hoş kokulu filiz çiğnenir.(Hasanpaşa)
CİLT PROBLEMLERİ İÇİN:
- Menekşe çiçeği çayı içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
-
CİNSEL GÜCÜ ARTTIRMAK İÇİN :
- Çaşır otu çayı içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
İŞTAH AÇMAK İÇİN :
- Zeytin yemek ve defne çayı içmek iştah açar. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
UYKU BOZUKLUKLARI İÇİN :
- Ayva yaprağı uyku verir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Haşhaş sütü az alınırsa rahatlatır, uyku verir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
AKREP ve BÖCEK SOKMALARI İÇİN :
- Ağız yoluyla biraz defne yağı alınırsa vücuda dağılan zehiri sadece akrebin soktuğu yere toplar, vücuda yayılmasını engeller. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Su değmedik bal yalamak da zehiri akrebin soktuğu bölgeye toplar. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
KANSER İÇİN :
- Isırgan (dalağan) ile yapılmış herşey yenilip içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
KABIZLIK İÇİN :
- Isırgan otu çayı içilir.
DİĞER UYGULAMALAR :
Yörede yapılan halk hekimliği uygulamalarına “Gocagarı Irısfası (ısırvası)” adı verilmektedir. Bu amaçla yapılan uygulamalardan bazıları şunlardır:
- Strese bağlı saç dökülmesi “Saçkıran” için haşhaş yağı, katran (sarı katran makbuldür ama kara katran da kullanılır), kükürt karışımı kullanılır. Bunun için bir çay bardağı katran, onun yarısı kadar haşhaş yağı, bir tutam kükürt karıştırılarak karıştıra karıştıra kaynatılır. Dökülen yer arap sabunu ile yıkanıp akşamdan o bölgeye karışımdan sürülür, sabah yıkanır. Bu uygulamaya 10 -15 gün devam edilir. (Karamanlı)
- Sıtma için Tefenni’nin Hasanpaşa Beldesi’nin dışındaki, “Sıtma Pınarı”nın suyu içilir.
- Yanık için sönmemiş kirecin 7. suyu saf zeytinyağı ile karıştırılıp yanık deriye horoz tüyü ile sürülür. Bu şekilde yaranın çabuk iyileştiği, iz de kalmadığına inanılır.
- Balta ve bıçak kesikleri için ballık bitkisinin kırmızı kökü zeytinyağında kaynatılarak merhem yapılır ve yaraya sürülür. (Salda)
- Hıdırellez gecesi sabaha karşı süt pişirilip çiğ düşünce toplanan “çayır otu” sütün içine atılırsa yoğurt olacağına inanılmaktadır. Ayrıca ezilmiş kuru incir de sıcak süte atılıp bekletilirse süt yoğurtumsu bir hale gelir. Bu karışımla yeniden süt mayalanırsa tam yoğurt olacağı anlatılmıştır.
- Hayvan postlarındaki tüyleri yok etmek için sumak suyuna veya köpek dışkısına yatırılıp yolunur. (Bucak-Kocaaliler Beldesi)
- İneklerin tırnaklarının arası yara olur, ağzı köpürürse buna “Tabak Hastalığı” denir ve bunda hayvana şalba suyu içirilip, tırnakları ve ağzı bu su ile yıkanır. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Geven bitkisinin kökü bıçakla çizilip sakızı akıtılır. Buna “Püsük” denir. Çiğnenmez ama yenir, ayrıca tutkallarda kullanılır.
- Defne bitkisinin meyveleri öğütülüp hayvanları yedirilerek bağırsak kurtları dökülür. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Güvelere karşı eşyaların ve giysilerin arasına, sandıklara taş kekiği konur. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Siğil için çam ağaçlarının ucu (dallarının filizi) cumartesi günü burkulursa siğilin geçeceğine inanılır. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Ayvadana (Civanperçemi) olan yere yılan ve fare gelmeyeceğine inanılır. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
SONUÇ:
Bitkilerle tedavinin amacına ulaşabilmesi için başta da belirttiğimiz gibi hastalıklar ve bitkiler arasında doğru paralellik, doğru seçim gibi unsurların yanı sıra doğru kullanma, doğru hazırlama ve doğru demleme ve uygulama zorunludur. Bu açıdan bakıldığında araştırma yöremizde bu bilgilerin yetersiz olduğu, bu işle uğraşan kişilerin bu konuda doğru ve bilimsel gerçeklerden uzak, genellikle kulaktan kulağa ve deneme-yanılma yöntemiyle elde edilen bilgi sahibi oldukları görülmektedir ve kaynak kişilerden edinilen bilgilerden, yapılan uygulamaların bazı olumsuz sonuçlar doğurduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle bitkilerle tedaviden olumlu sonuç almak için halkımızın bilinçlendirilmesi gereği ortadadır. Ülkemizdeki bitkilerin bir listesi çıkarılarak doğaya ilgi duyan herkese öğretilmelidir. Bu konuda özellikle sık sık televizyon programları düzenlenmelidir. Konunun uzmanlarınca ülkemizin sadece bir zenginliği olan bu bitkiler tanıtılmalı ve önemi vurgulanmalıdır. Özellikle üniversitelerde bu bitkilere yönelik yayınlar teşvik edilmelidir. Bu çalışmalar hem sahip olduğumuz bitki örtüsü zenginliğini tanımamız, hem yanlış uygulamalardan doğacak tatsız olayların yaşanmasını engellemek, hem de bilimsel uygulamaların yaygınlaşmasıyla daha bilinçli ve sağlıklı bir neslin yetişmesi bakımından çok büyük önem taşımaktadır.
Kaynak Kişiler :
- Recep SERTTAŞ Tefenni Hasanpaşa Beldesi doğumlu, 74 yaşında, bitki uzmanı.
- Ziynet BALAR. Karamanlı doğumlu. 65 yaşında, 4 çocuklu, Ev hanımı.
- Baki ASLAN. 45 yaşında. İşçi. Evli, 3 çocuklu.
- Halil ÖZTAŞ. Karamanlı doğumlu, 45 yaşında, İşçi emeklisi.
- İsmail OKAN. Karamanlı doğumlu, 65 yaşında. Evli 5 çocuklu, Bağkur emeklisi.
- Salih EREN Karamanlı İlçe Milli Eğitim Müdürü.
- Durmuş ŞENEL. Çatak Köyü eski muhtarı,77 yaşında, Evli, 2 çocuklu, çiftçi
- Zeliha KORKMAZ. Yeşilova-Salda doğumlu, 80 yaşında evli, ev hanımı.
- Durmuş ÖLMEZ. Kocaaliler Köyü doğumlu. 79 yaşında, Evli,8 çocuklu. Çiftçi-bakkal.
- Durmuş SANCI. Çeltikçi-Güvenli Köyü’nden, 66 yaşında Evli, 2 çocuklu, çiftçi.
- Abdurrahman SANCI. Çeltikçi-Güvenli Köyü’nden, 73 yaşında Evli, 3 çocuklu, çiftçi.
- Musa ÇOBAN Tefenni doğumlu, 76 yaşında Evli, 5 çocuklu, çoban, çiftçi.
- Arif ŞİMŞEK Tefenni-Başpınar doğumlu, 57 yaşında Evli, 3 çocuklu, emekli memur
KAYNAKÇALAR:
- Otların Beslenmede ve Sağlıktaki Rolü, Prof. Dr. Zeki Özer (Emekli Öğretim Üyesi) Öğr. Gör. Emine Arzu Elibüyük GOP. Üniv. Tokat Meslek Yüksek Okulu) Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Önen (GOP. Üniv. Zir. Fak. Bitki Koruma Bölümü) Araş. Gör. Dr. Oğuz Tekelioğlu (GOP. Üniv. Zir. Fak. Makine Bölümü) İnternet Yayını.
- TURAN, Fatma Ayten: Türkiye’de Halk İlacı Araştırmaları. Yücel Ofset, Ankara 2000,
- Anadolu İnançlarının Halk Hekimliğine Etkileri - Alparslan SANTUR- Meltem SANTUR Folklor Araştırmacıları Vakfı İnternet Sitesi
- Bitkilerdeki Sağlık Mucizesi; Prof. Dr. İ.Adnan SARAÇOĞLU Antalya 2005 Sadrigrafik Matbaacılık.
Bitkiler insan ve hayvan beslenmesi yönünden bütün canlı varlıkların yaşamının kaynağını oluştururlar. Bitkiler olmadığı takdirde hayat biter. Bugün dünyada hiçbir laboratuar insan ve hayvan beslenmesi için önemli maddeleri eksiksiz üretemez. Bu ancak bitkiye özgü bir olaydır. Otsu bitkiler bir taraftan yiyecek olarak kullanılırken, diğer taraftan baharat olarak yemeklerin tadını düzenlemekte, içecek olarak sindirimi kolaylaştırmakta, iştah açıcı rol oynamakta, diğer taraftan da birçok hastalığın tedavisinde kullanılmaktadır.
Botanik bilimine göre ot: Bir vejetasyon sonunda toprak üstü organları ölen bitkilerdir. Bu bitkiler sonbahar veya ilkbaharda çimlenip gelişir ve tohum vererek toprak üstü organları ölür. Bunlar tek yıllık, iki yıllık veya çok yıllık olabilirler.
İnsanlar doğal olarak yetişen birçok bitkiyi yeni yeni keşfetmeye başlamışlardır. Dolayısıyla, yabani veya yabancı otlardan nasıl yararlanabiliriz? Sorusu akla gelmektedir
Yabancı Otların Sağlığımız Bakımından Önemi;
1. Gıda Olarak Kullanılmaları
2. Çay Olarak Kullanılmalar
3. Baharat Olarak Kullanılmaları
4. Hastalık Tedavisinde Kullanılmaları, olarak özetlenebilir.
Türk kültüründe hayvan yetiştiriciliği bitki yetiştiriciliğinden önde gelir. Tarım yönüyle bakıldığında hayvancılık esastır. Halbuki bitkileri iyi tanımadan ne sağlıklı bir beslenme, ne de sağlıklı bir hayvancılık yapılması mümkün değildir.
Bugün Türkiye'nin birçok yerinde hala yabancı otlar beslenme ve hastalık tedavisi amacıyla kullanılmaktadır. 40 - 50 yaşın üzerindekiler çocukluk veya gençliklerindeki yedikleri domates veya diğer sebzelerin doğal tatlarını ve kokularını bulamamaktadırlar. Kültür bitkilerinin atası olan yabani bitkilerde ise bu tat ve kokular hala bulunmaktadır. (Otların Beslenmede ve Sağlıktaki Rolü )
Anadolu’da bitkilerle tedavi de çok eski çağlardan beri bilinmektedir. Anadolu’daki değişik uygarlıkların bitkilerle tedaviye ilişkin bilgilerin mevcut olduğu da bilinmektedir. Lokman hekim efsanesinde de bu konuya ait bilgiler mevcuttur. “Lokman Hekim bitkilerin dilinden anlar ve bitkiler ona hangi derde deva olduklarını söylermiş. Ölümsüzlük ilacını bile bulduğu ve bu ilacın nasıl yapıldığını Çukurova’da birbirleriyle konuşan çiçeklerden öğrendiği söylenir. Fakat öğrendiklerini yazdığı kâğıt Ceyhan nehri üzerindeki Misis köprüsünde elinden uçar ve ölüm çare bulunmaz olarak kalır. (TURAN, Fatma Ayten : Türkiye’de Halk İlacı Araştırmaları.)
Manisa ili, eski Anadolu’da Kybele’nin tapım merkeziydi. Ana tanrıçanın sevgilisi Adonis, avda bir yaban domuzu tarafından öldürülmüş, kanları toprağa aktığı gibi gövdesi de eriyip toprak olmuş. Her yıl ilkbaharda topraktan bitkiler ve çiçekler halinde fışkırırmış.Bu bitkiler ve çiçeklerde tanrının dölleyici, doğurtucu, çoğaltıcı gücü varmış. Eski Anadolu halklarınca her yıl ilkbaharda Manisa’da Mesir Bayramı kutlanır, bu otlar ve çiçeklerden yapılan yemekler yenirmiş. Mesir macunu da çeşitli hastalıklara iyi geldiğine inanılan eskiden kırk bir çeşit ottan yapılan bir macundur. ( Santur-Santur )
Son yıllarda hastalıkların tedavisinde tıbbi ilaçların yanı sıra hatta daha da çok bitkisel reçetelerin ve geleneksel tedavi yöntemlerinin tercih edildiğini görmekteyiz. Bitkilerin şifa verici ve gücüne inanan, basın, çeşitli iletişim araçları, bu konularda yapılan sayısız araştırma ve kulaktan kulağa bu konular hakkında bilgi edinen insan sayısı her geçen gün artmaktadır. Hangi hastalığa hangi ot veya geleneksel tedavi yöntemi kullanılmalıdır? Hangisi, neye göre doğrudur? Henüz herşey yerli yerine oturmuş değil ancak bu konuda kimsenin karşı çıkamayacağı; bitkilerin doğanın mucizeleri olduğu, sağlıklı iken kullanıldığında hastalıkların oluşumunu engellediği, doğru kullanıldığı takdirde ise modern tıbbın destekçisi olarak harikalar yaratıldığı gerçeğidir. Zaten bugün “Alternatif Tıp” terimi ile ifade edilen bitkisel tedavinin asıl amacı hastalıkların tedavisinden çok onları yaratan nedenleri ortadan kaldırmaktır. Hastalığa yakalanma durumunda ise hastalıklara göre bitkilerin seçimi ve kullanımı önem kazanmaktadır. Uzmanlar, seçtiğimiz bitkinin doğru dahi olsa yanlış hazırlanması ve uygulanması durumunda başarılı bir sonuç almanın mümkün olmadığını, öyle ki bir bitkinin üç dakika demlenmesi ile beş dakika demlenmesi arasında büyük farklar olduğu ve hastalığın tedavisinde çok önemli rol oynadığını belirtmektedirler. Başarılı sonuca götürecek olan; doğru seçim, doğru hazırlama ve doğru uygulama şeklinde formüle edilmektedir.
Bunun yanı sıra yetişen sebzenin, bitkinin, tahılın ya da meyvenin mineraller, proteinler, vitaminler, diğer etkin ve biyoaktif maddeler, o bitkinin yetiştiği veya yetiştirildiği toprağa, havaya suya, mevsime ve güneşe bağlıdır. Örneğin yaz aylarında yetiştirilen bitkinin yapraklarındaki protein kış aylarında yetişenden çok fazladır.( Saraçoğlu )
Bitkilerle tedavi konusunda bir diğer çarpıcı gerçek de; ülkemizde bulunan bitkilerin tür ve kalite anlamında dünyanın hiçbir yerinde aynı değerde olanını bulmanın mümkün olmadığı ve bunların çoğu da ülkemizde sadece o yöreye ait (endemik) türler olduğudur. Ülkemizde belirlenen 9500 tür bitkinin 3064 bini endemiktir. (Otların Beslenmede ve Sağlıktaki Rolü)
Buna karşın dünya ilaç sanayinde kullanılan birçok bitki köylülere bilinçsiz yöntemlerle toplattırılarak yok pahasına yurt dışına ihraç edilmekte, çok pahalı ilaçlar olarak geri dönmektedir. Birçok bitki türü ehil olmayan ellerce hoyratça toplanırken zarar görmekte veya yok olmaktadır. Birçok bitki türünün koruma altında olduğu Avrupa ülkelerine bakış bu durum bitki örtümüzün geleceğini tehlikeye sokmaktadır. ( Saraçoğlu, 6-8 .S )
1994-2000 yılları arasında Tokat, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nce yapılan bir araştırmada Bitki Koruma Bölümü öğrencilerine doğum yerleri olan ilçelerinde yabancı otlardan gıda olarak nasıl yararlanıldığı ve bu yabancı otlardan en az 15 türün belirlemeleri istenmiştir. Öğrenciler sonuçları bitirme semineri olarak vermişlerdir. Sonuçta, 34 familyaya ait 78 tür yabancı ottan 242 yemek, 44 salata, 31 çay, 6 tatlı ve 3 turşu tarifi belirlenmiştir. Araştırma 24 il ve 43 ilçede yapılmıştır. (Otların Beslenmede ve Sağlıktaki Rolü)
Biz de Kültür ve Turizm Bakanlığı, Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü Halk Kültürü Şubesi ve Burdur Valiliği’nce ortak yürütülen bir proje çerçevesinde 16-27 Mayıs 2005 tarihleri arasında Burdur, Burdur’a bağlı ilçe ve köylerde 6 Folklor Araştırmacısının katıldığı bir araştırma gerçekleştirdik. Bizim konumuz “Bitkilerle Yapılan Geleneksel Tedavi, yani Halk Hekimliği” idi. Derleme çalışmaları sırasında bu konuda kaynak kişi bulamadığımız yerlerde geleneksel beslenme alışkanlıkları konusunda bilgi topladık.
Burdur’da yapılan halk hekimliği uygulamaları genellikle kulaktan dolma ve büyüklerden öğrenme yoluyla öğrenildiği gibi bazı Burdurlular da hemen her hastalığa yerel halk hekimlerinden çok bitkisel reçetelerin yer aldığı kitaplarla çözüm arama yoluna gitmişlerdir. Otların yaygın olarak 21 Hazirandaki “Gündönümü”nden önce ve günün her saatinde toplandığı ve gazete üzerinde kurutulduğu belirtilmiştir.
Bu çalışma sırasında karşılaştığımız halk hekimlerinin otları tanıma ve toplama bakımından en bilinçlilerinden biri Hasanpaşa Beldesi’nde yaşayan Recep SERTTAŞ’tı. Halk arasında birçok hastalığa iyi gelen otları bildiğine inanılan bu kişinin yolculuğu önceleri çoban olup koyunların yediği otları merak etme ile başlamış, daha sonraları araştırma ve deneyimlerle hangi hastalığa hangi otun iyi geldiği bulunmaya çalışarak sürmüş. Bu işi öyle severek yapmış ki bitkilere sevdasından dolayı halk ona “Sümbül Dayı” adını vermiş. Sümbül Dayı halk ilacı olarak kullanılan otları Tefenni’de 2500 rakımlı Hasanpaşa Yaylası’ndan toplamaktadır. Kendisi otları kitaplardan araştırdıktan sonra birebir denemeden, yararından emin olmadan tavsiye etmediğini söylemekte. Yararından emin olduğu otların bilinen ve bilimsel adları yerine “ Mayasıl Otu, Prostat otu, vb.” olarak anlatıyor.
Doğada Kendiliğinden Yetişen ve Beslenmede Kullanılan Bitki Türleri ve Kullanımları:
Otlarla pişirilen yemeklere yöre genelinde “Ot Aşı” denir. Genel olarak yağ, soğan, salça, yıkanıp doğranmış ot veya ot karışımı, bulgur, sarımsak, tuz ve karabiber karışımının pişirilmesiyle yapılır. Bu otların bahar ayında yenilmesi gerektiğini bildiklerini, ancak yararından çok karın doyurmak amacıyla yediklerini ifade etmektedirler. Yörede bu aşta kullanılan ve yenen ot türleri:
Toklubaşı, Arapotu, Circimek - Circimik Otu (Ecibici, çoban çantası - salatası ve pişirilerek yemeği yapılır, ekşiye batırılarak çiğ olarak da yenir), Turpatan (Yabani roka, hardal), Ebegümeci, taş diplerinde yetişen Dağ Pancarı, Eşek Helvası ya da bazı yerlerde Karakavuk (Güneyik) denen kara hindiba, Kuzukulağı (labada), Çövenotu, Ispanak , Boydan Ispanak, Arapsaçı, Işılak, Çörtük (Tarhana yapımında kullanılır, tazesi kurutulup baharat olarak yemeklerde kullanılır- Tefenni-Başpınar Köyü) Karaot, Düğmelik, Teke Sakalı (Yemlik), Gavşek, Söğüt Yaprağı Otu, Çadır Otu, Gelincik, Karamuk (yapraklarından bulgur ile “Karamuk Aşı” yapılır, üzümleri de yenir.) Şalba-Şalaba (Labada) ile yapılan yemeğe “Gıcır Aşı” denir - Hasanpaşa.), Sirken, Katırtırnağı, Delice Bakla, Kuş Dili, Urgancık (Bağırgan), Gazyak (Kazayağı), Dölek Otu (dereotu), Kiriş (Çatak Köyü’nde böreği ve kiriş, yağ,salça, tuz,sarımsak ile pişirilerek yemeği yapılarak yoğurtla yenir. Aynı tarif süt katılarak da pişirilir.), Kerzime (Tere), Kuşdili, Yumurta otu, Kedi (.)iki, Tespih Otu (çiçeklerinden reçel yapılır),Panguduz (keten tohumu), Katır Tırnağı (yemeği ve böreği olur). “Yağlı diken” denen Şevket-i Bostan (yağ, soğan, salça, bulgur ve sarımsaktan oluşan klasik reçete ile pişirilip yemek olarak tüketilir.)
Taze asma filizlerinin çiğ olarak yenmesi de çok yaygındır. Yarpuz, haşlanmış yumurta ve patates, kırmızı toz biber, tuz, zeytinyağı ve erik ekşisi ile salata yapılarak yenir. (Hasanpaşa) Taze soğanın erkeği denen göbeğinden “Göbekaşı” yapılır. Acımık(Acı marul) ve Ekşimek salata olarak yenir. Kürt üzümü (üzümü ve tohumları yenir.(Tefenni)
Çay olarak içilenler :
- Cavır kükürdü,
- Dağçayı,
- Siğilotu,
- Karaot,
- Bubeşçi ( deli papatya ),
- Alıç,
- Acı kekik,
- Elduran ( Bir cins adaçayı)
- Gür (Kuşburnu, Yabangülü)
- Kekre çiçeği
Yiyeceklerin yapımında kullanılan bitkiler:
- “İt gülü” denen kuşburnu ,(kaynatılıp ekşi suyu ve tanesi turşulara konur.)
- Çöven otu (tıbbi sabun çiçeği,) helvanın mayası,
- Çörtük Otu (Zülfa Otu ) tarhana çorbası için hazırlanan ve “boyalı su” denen, dereotu, nane, fesleğen, soğan, ayva yaprağı ve boy karışımına eklenir).
Bazı yiyeceklerin Yapımı:
Ala çorba Yapımı:
Fasülye, nohut ve mercimek haşlanıp bu sulu karışıma helik denen ve bulgur elendikten sonra üstte kalan irileri ve tuz eklenerek kaynatmaya devam edilir. Helik de yumuşayınca üstüne kızgın biberli yağ dökülüp yenir.
Un Çorbası:
Tereyağı eritilir. Üstüne su konup kaynatılır. Üstüne acı biber atılır. Bir elle un dökülüp bir elle karıştırılır. Tuz eklenir. Kaynadıktan sonra üstüne erik ekşisi dökülüp servis yapılır.
Köfte:
Buğday değirmene götürülüp bulgurdan ince, köftelik öğütülür. Buna halk arasında “Göce” denir. Bir kapta yağ, ince kıyılmış soğan, domates salçası ve kırmızı biber, kavrulur. Bu karışıma göce eklenip yoğurulur. Bu karışımdan iki fındık büyüklüğünde parçalar alınır, yuvarlanıp unun içine atılır. Un elenip küçük köfteler ayrı bir tencerede kaynayan suya sürekli karıştırılarak eklenip kaynatılır. Üstüne tuz ve eritilmiş sadeyağı dökülüp yenir.
Doğal beslenmenin en önemli unsurlarından biri, çok sayıda zehirli türü de olduğu halde halk mutfağımızın neredeyse vazgeçilmezlerinden olan mantarlardır. Yuvarlak ve taş gibi sert bir mantar türü olan ve has mantarı denen türün zehirli olduğuna, yayla mantarı denen içi pembemsi renkte olan ve kültür mantarına benzeyen türün ise zehirsiz olduğuna inanılır ve onlar toplanır. (Tefenni – Hasanpaşa)
Yörede limon ve nar olmadığı için beslenmedeki yerini erik ekşisi almıştır. Erik büyük bir tencereye veya kazana konup üstüne yarım ölçü su konarak kaynatılır. Erikler tam patlayıp posası suya fazla karışmadan elek veya ilistir ile sudan alınır. Sonra bu su pekmez kıvamına gelene kadar kaynatılır. Soğuyunca şişelere konup serin yerde saklanır. Çorba, dolma, balık ve yeşilliklerde kullanılır.
Bazı bitkiler hem halk hekimliğinde hem de beslenmede kullanılmaktadır.
- Çörtük, fesleğen ve dölek otu (dereotu) turşu yapımında kullanılmaktadır. ( Hasanpaşa)
- Kuşburnundan sirke yapılıp turşularda kullanılmaktadır. (Tefenni - Başpınar Köyü)
- Sızgılı otu ve maya kekiği peynir yapımında kullanılır. (Tefenni – Hasanpaşa)
Doğal beslenmenin en önemli unsurlarından biri, çok sayıda zehirli türü de olduğu halde halk mutfağımızın neredeyse vazgeçilmezlerinden olan mantarlardır. Yuvarlak ve taş gibi sert bir mantar türü olan ve has mantarı denen türün zehirli olduğuna, yayla mantarı denen içi pembemsi renkte olan ve kültür mantarına benzeyen türün ise zehirsiz olduğuna inanılır ve onlar toplanır. (Tefenni – Hasanpaşa)
Üretim ve satış amaçlı yetiştirilen bitkiler:
Buğday, nohut, arpa, pancar, anason, cumur (rezene),mısır, vb. yayla ikliminde yetişen bitkiler tarımsal amaçlı ekilmektedir.
Doğada kendiliğinden yetişen ve halk hekimliğinde kullanılan bitki türleri ve kullanımları:
Hastalıklara göre yapılan uygulamalar şöyle sıralanabilir:
YARALAR, AĞRI ve SIZILAR İÇİN:
- Acımık (Cephalaria syriaca), Ölmez Otu (Xeranthemum), Çöven otu ( Saponaria officinalis, tıbbi sabun çiçeği, köpürgen ), Dövenotu vücuttaki yaralara ve ağrılara karşı yakı olarak kullanılır. (Tefenni-Başpınar Köyü) bu yörede en sık rastlanan uygulamalardan biridir. Özellikle bacak bölgesindeki romatizmal ağrılara karşı bu otun tazesi dövülerek ceviz kabuğuna doldurulup deriye yapıştırılır. 15 dakika sonra kızarır, 2-3 saat kalırsa şişer, su toplar, bu su diken ile sızdırılıp üstüne lahana yaprağı veya sinirotu sarılır. Eğer ertesi sabaha dek kalırsa deride onarılmaz yaralar açar, deriyi ve eti tahrip eder. Bunu kendilerinde deneyip inanılmaz acılar yaşamış insanlar anlatmışlardır.
- Yaralar ve romatizma ağrıları için ayrıca dışarıdan bulgur, tarhana lapası sarılır. Bunun için tarhana veya bulgur hastanın dayanabileceği sıcaklıkta sısak su ile bulamaç yapılarak ağrılı bölgeye uygulanır. Ağrı - sızılarda, burkulmalarda ise “Yılkındırık” denilen, hayvanın her yerinde bulunabilen, etin yenmeyen sinir kısımları dövülüp tuzlanarak ağrıyan yerde yakı olarak kullanılır. (Karamanlı)
- Vücutta isilik gibi küçük iltihaplı ve kaşıntılı yaralara “Sığır Kuyruğu” (Verbena officinalis) banyosu yapılır. Aynı ot omuz, bel, diz ağrıları için de kullanılır. Bunun için gerçek zeytinyağı ile ağrılı bölgeye masaj yapılır. Sığırdili otu doğranıp içine biraz bulgur, biraz da gerçek zeytinyağı eklenerek masaj yapılan yere akşamdan sarılır, sabaha dek bekletilir. (Hasanpaşa)
- Dağçayı suyu ile yaralara pansuman yapılır ( Tefenni’nin Eşeler Yaylasında yetişir. Ağız yaraları için de bitki çiğnenir.)
- Bacaklarda romatizma ağrıları için döven otu ezilip ceviz kabuğuna doldurularak ağrılı bölgeye yapıştırılıp sarılır.15 dakika durursa kızarır, gece yapılıp ertesi güne kadar kalırsa şişer, su toplar, bu su diken ile sızdırılır. Üstüne sinirotu ya da lahana yaprağı yapıştırılarak sarılır. (Bu uygulama çok yaygındır ve çoğu vücutta ağır tahribata yol açtığı için sonuç tam bir facia olmuştur. Bu konuya araştırmamızda çok sık rastladık. )
- Siğil otu ( Sinirotu ) kaynatılıp suyu ile ayak banyosu yapılırsa ayaklarda yorgunluğa bağlı ağrıyı alır. ( Tefenni - Hasanpaşa )
- Kuru soğan ya zeytinyağı içinde kavrulup soğutularak veya çiğ olarak dövülerek yaraya vurulursa iyi eder. ( Salda Kasabası )
- Boyun ağrıları için ağrılı bölgeye az miktarda kekikyağı sürülür.( Karamanlı )
- Serkile otunun kökü yakılarak külleri açık yaralara sürülür. (Karamanlı)
- Karın ağrısı için bir tutam kekik, közlenip dövülmüş bir baş soğan, 1 yemek kaşığı siyah çam katranı ( sarısı da olabilir ama siyah muteberdir.) karıştırılarak doğrudan göbeğin üzerindeki deriye uygulanır. Geceden sabaha kadar bekletilir. (Çatak Köyü)
- Kulak ağrısı için kulağa anne sütü damlatılır. (Çatak Köyü)
- Göbekte dayanılmaz ağrı (eş çıkması) olduğunda sabun bıçakla kazınır. Hafif sıcak su ile macun yapılıp göbeğe vurulursa göbeğin suyunu çeker. (Çatak Köyü)
- Karın ağrısı ve gaz için taze ebegümeci dövülüp içine bir tutam arpa unu katılarak karna yakı gibi vurulursa karnı yumuşatır, gazı alır. (Çatak Köyü)
- Kol veya bacakta berelenme olursa kuru tarhana içine biraz su katılarak macun kıvamına getirilir ve hafif ısıtılır. İçine dövülmüş taş kekiği eklenip bir bez üstüne sürülerek bereli bölgeye sarılır. Aynı rahatsızlık için sığır tersi (dışkısı) ısıtılıp, yine bir bez üzerine sıvanıp yaralı bölgeye doğrudan sarılır. (Çatak Köyü)
- Bacaklardaki sızılar için akşamdan ısırgan otu dövülüp buna bir tutam arpa unu ilave edilir, biraz da su serpilerek sızlayan yere vurulur. Sabaha kadar bekletilir. (Çatak Köyü)
- Romatizma için taş kekiği çayı içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Hayıt tohumlarının ağızda çiğnenip yutulması ve yemeklerde kimyon kullanılması karın ağrılarını giderir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Sütleğen incir yaprağı ile, Çalba da Yaraotu ile dövülüp sızılı bölgeye yakı olarak vurulursa önce yara yapar, sonra sızıyı alır. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Şalba otu çayı sıcak olarak içilirse karın ağrısına iyi gelir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Karın ağrısı için çam katranı ve ardıç giliği(meyvesi) ezilir ve bu karışım Ayvadana (Civanperçemi) otu ile kaynatılarak geceden karna yakı yapılır. Bunlar baharda kurutularak kışın da kullanılabilir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Boğaz ağrısı için elma kaynatılıp posası ılık olarak boğaza sarılır. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Sarı pıtrak otu romatizma, bacak ağrıları için dövülüp gazoz kapağının içine doldurularak diz kapağının altına sarılır. 1-2 dakika sonra çıkarılır. Bu sırada deri kabarır, su birikir. O su akıtılınca sızının da geçeceğine inanılır. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Demir pıtrağı iltihap olan yere lapa olarak vurulursa yarayı kurutur. (Tefenni)
- Burkulmalar için pamukluk denen maki türünün yaprağı dövülerek sarılır. (Tefenni)
- Meşe mazusu denen, meşelerdeki kahverengi kozalak gibi maddenin kabuğu alınıp içinden çıkan toz açık yaraya sürülürse kapatır. (Tefenni)
- Bertikotu çayı kırık nedeniyle oluşan şişlikler için arpa unu ile karıştırılıp ısıtılır ve yakı yapılırsa şişliği indirir. (Tefenni)
MİDE RAHATSIZLIKLARI ve ÜLSER İÇİN :
- Adaçayı içilir, derideki yaralar için de suyu ile yaraya pansuman yapılır (Karamanlı)
- Küçük bir cam şişenin aldığı kadar sızma zeytinyağının içerisine şişeye sığdığı kadar kantaron otu konulup 20 gün güneşte bekletilerek ilaç yapılmaktadır. Aç karnına birer kaşık içmek suretiyle kullanılmaktadır. (Karamanlı)
- Altın Otu bitkisinin çiçekleri çay olarak içilir. (Hasanpaşa)
- Kındıra Otu’nun (kemer otu – semer otu ) kökü çay gibi içilir.
- Karamanlı’nın üst kuzey tarafındaki “Menekşe Sivrisi” mevkiinden toplanan “Acı kekik” çay olarak içilir.
- Geven kekiklerinin özünü yiyen arıların yaptığı bal yedirilir. (Karamanlı)
- Sumak suyu akşamdan soğuk su içine konup sabaha kadar bekletilir ve süzülüp içilirse ülsere ve başka içsel yaralara iyi gelir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Isırgan otu vücuttaki yaraları iyileştirir, kanı temizler. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Papatya çayı içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Günlük sakızı çiğnenir. Bu aynı zamanda baş ağrısı için de kullanılır. (Kocaaliler Beldesi)
- İnsanın bedeninde ve midesinde şişkinlik olursa kuşkonmaz çayı içirilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Mide üşütmeleri(soğuklama) için zambak kökü kaynatılıp içilir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Sorkuç denen çam ağacının sakızı bal ile karıştırılarak yutulur. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
ÖKSÜRÜK İÇİN KULLANILANLAR VE NEFES AÇICI OLARAK KULLANILANLAR:
- Siğil otu (Kırlangıç otu) çay gibi içilirse nefes açar.(Hasanpaşa Beldesi)
- Kavak ve söğüt ağacı üzerinden toplanan ökseotu gölgede kurutulur ( Toplanırken ökseotunun beyaz üzüm şeklindeki parçaları alınmaz). Akşamdan su içine konur, sabah süzülüp suyu içilir. Bu şekilde nefes açmak ve ağrı kesmek amacıyla kullanılır.
- Öksürük için Altın Otu bitkisinin çiçekleri çay olarak içilir. (Karamanlı)
- Ökseotu’nun beyaz üzümleri değil, kavak ne söğüt ağacı başında yetişen türlerinin meyvesi toplanıp kurutulur. Nefes açmak ve ağrı dindirmek amacıyla akşamdan suya ıslanarak sabah süzülüp içilir. (Hasanpaşa)
- Kestane ağacı yaprağı çay gibi demlenerek içilir. (Salda)
- Zencefil çayı içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Ayva yaprağı çayı içilir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Afyon’un kozalağı kaynatılıp suyu çay gibi içilir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Pekmez içilip arkasından su içilmez. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Mubecce (papatya) kaynatılıp içilir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
İDRAR GEVŞEMESİ (PROSTAT) İÇİN:
- Dalağan (ısırgan) çay olarak içilir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
İDRAR YOLLARI RAHATSIZLIKLARI İÇİN:
- Isırgan ve ayrık kökü kaynatılıp içilir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
SİNÜZİT İÇİN:
- Köpek Hıyarı (Eşek hıyarı) meyvesinin indeki su burna çekilirse sinüziti akıtır. (Tefenni)
ASTIM İÇİN:
- Sarı Kantaron çayı 7-8 gün, sabah aç karnına günde 3-4 kez içilir. ( Karamanlı )
- Davşan peri otu çayı nefes darlığı için kullanılır.( Karamanlı )
- Nane astım ve öksürük için çay olarak içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
SOĞUKALGINLIĞI ve NEZLE İÇİN :
- Çörekotu bir tavada kavrulur. Bir dastara çıkılanıp burna çekilir. Ayrıca çay olarak içilir. (Çatak Köyü)
- Palanduz otunun evini (tohumları) ezilip süt ile kaynatılır, bağra ve sırta sarılır. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Ayvadana (Civanperçemi), soğan (kuru da taza de olabilir), şalba incecik doğranır. Üstüne zeytinyağı, arpa unu, katran ve sirke eklenerek hafif ısıtılır. Bu yakı göbeğe konulursa soğuk algınlığını giderir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
SARILIK İÇİN:
- Üst dudağın altındaki dudakla diş etini bağlayan perdedeki düğme kesilip alınır. Ayrıca alın bölgesinde iki kaşın arası hafif hafif kesilerek limon basılır. Ama bu işlemi sadece sarılık ocağı olan kişi yapabilir.(Çatak Köyü)
- Zerde çayı içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
TANSİYON İÇİN :
- Karamanlı’nın kuzeyinde 1075-1190 rakımlı “Sivri Tepe” den toplanan Eşek kekiği suyu veya çayının düşük tansiyonlu insanlara iyi geldiği, tansiyonu düzenlediği, ancak yüksek tansiyonları daha da yükselttiği için onlara zarar verebileceği, sinirli olabilecekleri belirtilmiştir. ( Karamanlı )
- Oğlan otu çayı tansiyonu düşürür ve zayıflatır. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
KANSER İÇİN :
- Serkile otu çayı kullanılmaktadır. Ayrıca İsmail Okan adlı kaynak kişi bu otun suyunun 20-25 yaşını geçmemiş kişilerin saçına sürmeleri halinde saç rengini değiştirdiğini, sarı ise siyah, siyah ise sarıya dönüştüğünü, kendisinin de bu yöntemi kullandığını belirtmiştir. ( Karamanlı )
- Karamık kökündeki sarı kısımlar Ekim ayında kazılıp su ve kuşburnu ile 45 dakika kaynatılır. Sabahları aç karnına 1 su bardağı içilir. (Karamanlı)
- Çamın yeni filizleri kaynatılıp içilir. (Tefenni)
SITMA İÇİN :
- Söğüt ağacını gelişmemiş üzüm şeklinde, sülüğü andıran pürçüğü sıtmaya karşı çiğ olarak yenmektedir.
İSHAL İÇİN:
- Ayva yaprağı haşlanarak suyu içilir.
- Sinameki otu çay olarak içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
BASUR ( HEMOROİT ) İÇİN :
- Şeytanelması tohumlarının 3-5 gün yutulması halinde basur (mayasıl – hemoroit) rahatsızlığına iyi geldiği, hafif sarhoşluk veren bu uygulama sırasında baharat ve mayalı içeceklerden kaçınılması gerektiği belirtildi (Karamanlı)
- Sığırkuyruğu çayı içilmektedir. (Karamanlı)
- Karamık kökündeki sarı kısımlar Ekim ayında kazılıp su ile 45 dakika kaynatılır. 8 gün boyunca sabahları aç karnına 1 su bardağı içilir. Bu sırada acı yenmemeli ve alkol alınmamalıdır. Bir başka tarife göre bu karışıma kaynatılırken kuşburnu da eklenebilir.
(Karamanlı)
- ½ kg. burçak bez kese içinde suda kaynatılarak kese sıkılır. Bu su bir hafta boyunca aç karnına içilir. ( Karamanlı )
- Halk arasında Arap Otu ya da Arap Taşağı denen otun kökleri haşlanıp suyu içilir. (Başpınar Köyü)
İDRARYOLU İLTİHABI (SİSTİT) İÇİN:
- Bu rahatsızlığa yörede “sidik zoru” denir ve bunun için kara pıtrak suyu kaynatılıp içilir. (Çatak Köyü)
KOLESTEROL İÇİN :
- Kiraz sapları kaynatılıp suyu içilir. ( Salda Kasabası )
-
SİNİR RAHATSIZLIKLARI VE RUHSAL BUNALIM İÇİN :
- Alıç ( Juniperus communis ) marmeladı kullanılmaktadır. (Hasanpaşa)
- Sığırkuyruğu çayı içilmektedir. ( Karamanlı)
İÇ ORGANLARDAKİ RAHATSIZLIKLAR İÇİN :
- Yılandili Otu’nun beyin ve kalp damarlarını açtığına inanılmakta ve bu yönde tedavi amaçlı çay olarak içilmektedir. (Hasanpaşa)
- Oğulotu çayı kalp yetersizliği olanlara ve strese karşı içilir.(Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Ardıç tohumu çayı kanı inceltir. (Tefenni)
-
ŞEKER HASTALIĞI İÇİN :
Alkole bağlı şeker hastalığında Sarı kantaron, rezene ve sığır kuyruğu çayı içilir. (Karamanlı)
- Haşhaş yenir. (Karamanlı)
- Aş kekiği çayı içilir (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Acı badem yutulur ( Bir seferde en fazla 3 tane olmak üzere hastalığın belirtileri nüksettikçe yapılabilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Oğlan otu çayı içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Zeytin dalı kaynatılıp içilir. Mayhoş elma yemek de şekeri düşürür. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Çam ve ardıç ağaçlarında çıkan purç, ökseotu ya da mantar denen ve mercimek büyüklüğünde domates gibi meyvesi olan çiçekli bitkinin yaprağı kaynatılıp içilir. Tohumları kesinlikle içilmez. (Tefenni)
KALP HASTALIĞI İÇİN :
- Domuz pıtrağının güz aylarında çıkan tohumları yutulur. (Karamanlı)
BEL FITIĞI VE BEL RAHATSIZLIKLARI İÇİN:
- 6-7 kg. cin biberin çekirdekleri ayıklanarak eti bir kaba konur. Üzerini kapayacak kadar ispirto içinde bir hafta bekletilip süzülür. Elde edilen solüsyon 3 gün boyunca bele sürülür. (Karamanlı)
BÖBREK RAHATSIZLIKLARI VE TAŞ İÇİN :
- Sumak otu çayı 8 gün, sabah aç karnına günde 2-3 kez içilmektedir. ( Karamanlı )
- Dalgan (Isırgan) suyu içilir. ( Salda Kasabası )
- Dişotu çayı böbrek hastalıklarına ve üreye iyi gelir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Kökboya bitkisinin çayı böbrek taşlarını düşürür. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Ayrık otu kökü kaynatılıp suyu içilirse taşları düşürür.
- Demir pıtrak, sarı ve kara pıtrak kaynatılıp içilir. Demir pıtrağın ayrıca kalp damarlarını genişletip kanı sulandırdığına inanılıyor. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
İSHAL İÇİN :
- Ergen (kızılcık) yenir. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
ÇOCUK DÜŞÜRMEK İÇİN :
- Yılan mısırı otunun suyu içirilir. (Bu nedenle bir kadının öldüğü belirtilmiştir. (Hasanpaşa )
- Haşhaş sütü çok alınırsa çocuk düşürür. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Ebegümeci çayı içilir.(Çeltikçi-Güvenli Köyü)
AĞIZ KOKULARI İÇİN :
- Karanfil dikeni göbeğinden çıkan hoş kokulu filiz çiğnenir.(Hasanpaşa)
CİLT PROBLEMLERİ İÇİN:
- Menekşe çiçeği çayı içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
-
CİNSEL GÜCÜ ARTTIRMAK İÇİN :
- Çaşır otu çayı içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
İŞTAH AÇMAK İÇİN :
- Zeytin yemek ve defne çayı içmek iştah açar. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
UYKU BOZUKLUKLARI İÇİN :
- Ayva yaprağı uyku verir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Haşhaş sütü az alınırsa rahatlatır, uyku verir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
AKREP ve BÖCEK SOKMALARI İÇİN :
- Ağız yoluyla biraz defne yağı alınırsa vücuda dağılan zehiri sadece akrebin soktuğu yere toplar, vücuda yayılmasını engeller. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Su değmedik bal yalamak da zehiri akrebin soktuğu bölgeye toplar. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
KANSER İÇİN :
- Isırgan (dalağan) ile yapılmış herşey yenilip içilir. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
KABIZLIK İÇİN :
- Isırgan otu çayı içilir.
DİĞER UYGULAMALAR :
Yörede yapılan halk hekimliği uygulamalarına “Gocagarı Irısfası (ısırvası)” adı verilmektedir. Bu amaçla yapılan uygulamalardan bazıları şunlardır:
- Strese bağlı saç dökülmesi “Saçkıran” için haşhaş yağı, katran (sarı katran makbuldür ama kara katran da kullanılır), kükürt karışımı kullanılır. Bunun için bir çay bardağı katran, onun yarısı kadar haşhaş yağı, bir tutam kükürt karıştırılarak karıştıra karıştıra kaynatılır. Dökülen yer arap sabunu ile yıkanıp akşamdan o bölgeye karışımdan sürülür, sabah yıkanır. Bu uygulamaya 10 -15 gün devam edilir. (Karamanlı)
- Sıtma için Tefenni’nin Hasanpaşa Beldesi’nin dışındaki, “Sıtma Pınarı”nın suyu içilir.
- Yanık için sönmemiş kirecin 7. suyu saf zeytinyağı ile karıştırılıp yanık deriye horoz tüyü ile sürülür. Bu şekilde yaranın çabuk iyileştiği, iz de kalmadığına inanılır.
- Balta ve bıçak kesikleri için ballık bitkisinin kırmızı kökü zeytinyağında kaynatılarak merhem yapılır ve yaraya sürülür. (Salda)
- Hıdırellez gecesi sabaha karşı süt pişirilip çiğ düşünce toplanan “çayır otu” sütün içine atılırsa yoğurt olacağına inanılmaktadır. Ayrıca ezilmiş kuru incir de sıcak süte atılıp bekletilirse süt yoğurtumsu bir hale gelir. Bu karışımla yeniden süt mayalanırsa tam yoğurt olacağı anlatılmıştır.
- Hayvan postlarındaki tüyleri yok etmek için sumak suyuna veya köpek dışkısına yatırılıp yolunur. (Bucak-Kocaaliler Beldesi)
- İneklerin tırnaklarının arası yara olur, ağzı köpürürse buna “Tabak Hastalığı” denir ve bunda hayvana şalba suyu içirilip, tırnakları ve ağzı bu su ile yıkanır. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Geven bitkisinin kökü bıçakla çizilip sakızı akıtılır. Buna “Püsük” denir. Çiğnenmez ama yenir, ayrıca tutkallarda kullanılır.
- Defne bitkisinin meyveleri öğütülüp hayvanları yedirilerek bağırsak kurtları dökülür. (Bucak–Kocaaliler Beldesi)
- Güvelere karşı eşyaların ve giysilerin arasına, sandıklara taş kekiği konur. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Siğil için çam ağaçlarının ucu (dallarının filizi) cumartesi günü burkulursa siğilin geçeceğine inanılır. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
- Ayvadana (Civanperçemi) olan yere yılan ve fare gelmeyeceğine inanılır. (Çeltikçi-Güvenli Köyü)
SONUÇ:
Bitkilerle tedavinin amacına ulaşabilmesi için başta da belirttiğimiz gibi hastalıklar ve bitkiler arasında doğru paralellik, doğru seçim gibi unsurların yanı sıra doğru kullanma, doğru hazırlama ve doğru demleme ve uygulama zorunludur. Bu açıdan bakıldığında araştırma yöremizde bu bilgilerin yetersiz olduğu, bu işle uğraşan kişilerin bu konuda doğru ve bilimsel gerçeklerden uzak, genellikle kulaktan kulağa ve deneme-yanılma yöntemiyle elde edilen bilgi sahibi oldukları görülmektedir ve kaynak kişilerden edinilen bilgilerden, yapılan uygulamaların bazı olumsuz sonuçlar doğurduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle bitkilerle tedaviden olumlu sonuç almak için halkımızın bilinçlendirilmesi gereği ortadadır. Ülkemizdeki bitkilerin bir listesi çıkarılarak doğaya ilgi duyan herkese öğretilmelidir. Bu konuda özellikle sık sık televizyon programları düzenlenmelidir. Konunun uzmanlarınca ülkemizin sadece bir zenginliği olan bu bitkiler tanıtılmalı ve önemi vurgulanmalıdır. Özellikle üniversitelerde bu bitkilere yönelik yayınlar teşvik edilmelidir. Bu çalışmalar hem sahip olduğumuz bitki örtüsü zenginliğini tanımamız, hem yanlış uygulamalardan doğacak tatsız olayların yaşanmasını engellemek, hem de bilimsel uygulamaların yaygınlaşmasıyla daha bilinçli ve sağlıklı bir neslin yetişmesi bakımından çok büyük önem taşımaktadır.
Kaynak Kişiler :
- Recep SERTTAŞ Tefenni Hasanpaşa Beldesi doğumlu, 74 yaşında, bitki uzmanı.
- Ziynet BALAR. Karamanlı doğumlu. 65 yaşında, 4 çocuklu, Ev hanımı.
- Baki ASLAN. 45 yaşında. İşçi. Evli, 3 çocuklu.
- Halil ÖZTAŞ. Karamanlı doğumlu, 45 yaşında, İşçi emeklisi.
- İsmail OKAN. Karamanlı doğumlu, 65 yaşında. Evli 5 çocuklu, Bağkur emeklisi.
- Salih EREN Karamanlı İlçe Milli Eğitim Müdürü.
- Durmuş ŞENEL. Çatak Köyü eski muhtarı,77 yaşında, Evli, 2 çocuklu, çiftçi
- Zeliha KORKMAZ. Yeşilova-Salda doğumlu, 80 yaşında evli, ev hanımı.
- Durmuş ÖLMEZ. Kocaaliler Köyü doğumlu. 79 yaşında, Evli,8 çocuklu. Çiftçi-bakkal.
- Durmuş SANCI. Çeltikçi-Güvenli Köyü’nden, 66 yaşında Evli, 2 çocuklu, çiftçi.
- Abdurrahman SANCI. Çeltikçi-Güvenli Köyü’nden, 73 yaşında Evli, 3 çocuklu, çiftçi.
- Musa ÇOBAN Tefenni doğumlu, 76 yaşında Evli, 5 çocuklu, çoban, çiftçi.
- Arif ŞİMŞEK Tefenni-Başpınar doğumlu, 57 yaşında Evli, 3 çocuklu, emekli memur
KAYNAKÇALAR:
- Otların Beslenmede ve Sağlıktaki Rolü, Prof. Dr. Zeki Özer (Emekli Öğretim Üyesi) Öğr. Gör. Emine Arzu Elibüyük GOP. Üniv. Tokat Meslek Yüksek Okulu) Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Önen (GOP. Üniv. Zir. Fak. Bitki Koruma Bölümü) Araş. Gör. Dr. Oğuz Tekelioğlu (GOP. Üniv. Zir. Fak. Makine Bölümü) İnternet Yayını.
- TURAN, Fatma Ayten: Türkiye’de Halk İlacı Araştırmaları. Yücel Ofset, Ankara 2000,
- Anadolu İnançlarının Halk Hekimliğine Etkileri - Alparslan SANTUR- Meltem SANTUR Folklor Araştırmacıları Vakfı İnternet Sitesi
- Bitkilerdeki Sağlık Mucizesi; Prof. Dr. İ.Adnan SARAÇOĞLU Antalya 2005 Sadrigrafik Matbaacılık.
DEMİRCİLER İÇİ’NİN ÖTE YÜZÜ
DEMİRCİLER İÇİ’NİN ÖTE YÜZÜ
*Öznur TANAL
8 Haziran 2006. Antalya Demirciler Çarşısı.
Muzaffer Körük 57 yaşında ( 1948 ) bir demirci ustası. Evli, üç çocuklu. Soyadı bu çarşıdaki birçok esnaf gibi, mesleğinden dolayı verilmiş.
10 yaşına kadar kısmen, 10 yaşından sonra sürekli olarak baba ve dede mesleği demircilik işi yapmış. Gözü başka bir iş görmediği, eskiden demircilik çok geçerli bir meslek olduğu için başka mesleğe atılmak aklının ucundan geçmemiş. İlk ve tek ustası olan babası üç oğlundan “eli en yatkını olduğu” için” O’nun sıcak demirci olmasına karar vermiş. Diğer iki kardeşten biri sobacı, diğer soğuk demirci olmuşlar.
40 yıl önce bu işe çok rağbet olduğu için 3 kardeş yanlarında 2’de kalfa çalıştırıp 3-4 evi bir dükkandan geçindirirlermiş. Babanın vefatından ve kardeşlerin ayrılmasından sonra tek başına kalan usta bugün Bağ-Kur emeklisi olduğu halde kıt kanaat geçindiğini, yaptıkları işin artık para etmediğini söylüyor.
Benim Elmalılı olduğumu öğrenince büyüklerinden duyduğu bir efsanevi öykü hatırına geliyor. Büyüklerinden dinlediği öyküye göre;
Elmalı’nın köylerinde yaşayan bir çiftçi sabanını tamir ettirmek için cuma günü sabahtan Elmalı’ya gelip, sabanı bir demirci ustasına teslim etmiş. Usta demiri ateşe sürmüş fakat öğlen olup cuma namazı bitene kadar demir ısınmamış. Sabanı onarılmayan köylü namazdan sonra demiri alıp başka bir demirciye götürür. Demir orda da ısınmaz. Bunun üzerine bu demirin efsunlu olduğuna, Allah tarafından özellikle gönderildiğine karar verilerek bir caminin avlusuna çakıldığına, o gün bu gündür demirin orada durduğuna inanılmaktaymış.
Hikâyeyi bir de Elmalı’da yine yok olmakta olan zanaatlardan birinin, tarihi Elmalı Kahve değirmeninin son ustası Metin Amca’dan sordum. O’nun anlatımına göre; sabah Elmalı’ya gidip sabanını tamire verecek köylü gece yarısı uyanmış. Ayın şavkı o kadar güçlüymüş ki sabah oldu sanıp yola çıkmış. Yüksekçe bir yerde kurulan köyden aşağı doğru inerken Elmalı’nın üst tarafında Pınarbaşı denen mevkide bir cenaze alayına rastlamış. “ Kimdir, nedir?” diye sormadan sırtında saban demiri ile saf tutup cenaze namazını kılmış ve bugün XVI. yüzyıl mutasavvıf şairleri ve düşünce adamlarından Vahap Ümmi Hazretleri’nin makamının olduğu yere defnedilmesine yardım etmiş. Sonra sessizce oradan ayrılıp yine sırtındaki saban demiri ile ilçeye doğru yürümüş.
Tabi çok erken geldiği için açılmamış demirci dükkânlarından birinin önüne sabanını koyup sabah namazına gitmiş. Çarşıda başka işlerini görmüş namazdan sonra. Sonra demirciye gelmiş ki demirciler şaşkınlık içinde. Sabahtan beri ocakta beklediği halde demir bir türlü ısınmıyormuş. O’na kim olduğunu nereli olduğunu, yolda neler görüp yaşadığını sormuşlar. O da olanları anlatmış onlara. O cenazenin Vahap Ümmi Hazretleri’ne mi, yoksa başkasına mı ait olduğunu bilinmiyor ama demirciler hayretle dinledikleri bu hikâyeden sonra cenazenin bir ulu insan olduğuna ve mübareğin nurundan efsunlandığına inandıkları için ve demirin yerine ona yeni bir saban yapmışlar. )
Bir yanıyla bu öyküye inanırken, deneyimleri mantığı ve bilgisiyle de ateşi görünce ısınmayan, hatta erimeyen demir fikrine şaşırıyor. Tekniğin bunu kabul etmediğini bildiği halde o mesleki terbiyesi gereği büyüklerinin söylediklerine teslimiyeti seçiyor.
Bu meslek çevresinde oluşmuş inanmalardan biri de sürekli düşük yapan kadınların derdine derman amacıyla yapılanıdır.
Sürekli düşük yaptığı için çocuk sahibi olamayan kadınlar Mehmet adında bir insan yaşayan 7 evden 7 inşaat çivisi toplayıp Cuma günü sala vakti demirciye getirirlermiş.. Demirci bunların hepsini kaynatıp ( ateşte ısıtıp ) bir bilezik yapar, bunun karşılığında kesinlikle para almazmış ama kadın yine de “ağırlığı çökmesin diye” gönlünden kopan bir miktar "arılık"ı ustaya verirmiş. Bu gelenek o kadar yaygın ve genellikle iyi sonuçlar alındığı için bu kadınlar çocuklarını dünyaya getirdikten sonra demirci ustalarına hediyeler getirirlermiş. Sonradan zaman zaman "7 Mehmet adlı" ev yerine çivileri hırdavatçıdan alıp gelenler olmuşsa da demirciler onlara usulünü öğretip, kendi deyimleriyle “ırvasa” ( hurafe ) yi tamamlamışlar. Eskiden her cuma mutlaka yapılan bu iş 3-5 ayda bir olsa da gelenek bugün de sürmektedir. Gelenekteki Mehmet adının kökeninde bu işin eski pirlerinden birinin olup olamayacağı konusundaki bilgi ve inançlarını sorduğumuzda bunun olmayacağını, çünkü mesleklerinin pirinin Hz. Davut olduğunu söylüyorlar.
Bu konuda mesleğin ustaları arasında yaygın bir söylenceye göre;
Demircilerin piri Hz. Davut bir gün demiri eliyle dövmüş de eli yanmamış. Akşam eve gittiğinde karısına bu olayı anlatmış;
- Ben de bir öyle bir keramet var ki, kızgın demiri elimle dövüyorum, elim yanmıyor. Karısı;
- O keramet sende mi, bende mi? yarın görelim bakalım, demiş.
- Nasıl olur, sen benden daha mı kerem sahibisin? diye çıkışmış peygamber. Bunun üstüne karısı;
- Yarın görelim, demiş.
Her zaman çarşıya gittiğinde evin ihtiyaçlarını alan peygamber dükkândaki çırak ile bunları eve gönderir, çırak erzak torbasını kapının ardındaki çiviye takar dönermiş. Ertesi gün çırak her zamanki gibi erzak torbasını getirdiğinde kadın parmağını uzatıp çırağa ;
- Oğlum, buraya takıver, demiş. Çırak peygamberin karısının elini gördüğü sırada peygamberimizin eli yanmış. “Keramet kadınlarımızdadır” derler. Bunu da büyüklerimizden duyarız.
Dedesi O 4 yaşında iken ölmüş, ustası babası. Bu işin, babanın sabrı ve şefkati yanında disiplini ile öğrenilmesinin bambaşka olduğuna ve başka birinden bu kadar iyi öğrenilemeyeceğine inanıyor.
Geleneksel tedavi yapan ve ocak denen kişi ve aileler gibi bir “el alma” töreni yapılmasa da yaptıkları her işle ve öğrendikleri inceliklerle manevi olarak babadan el almış olduklarını söylüyor. Babası 57 yaşında katarakt nedeniyle göz ameliyatı olup bu işten çekilince ocak işini üstlendiğinde O 17 yaşındaymış. O zaman çarşı esnafı ; “Babasının elini aldı” demişler. Bir gün O’nu ocakta çalışırken izleyen babası annesine gidip ;
- Nadir, demiş. Artık sırtımız yere gelmez, bu oğlan beni geçti.
Demircilikte “Kumanda etmek” denen ve tamamen o işi yapan insanların refleksine bağlı olan bir işlemle kızgın demir çekiçle dövülür. Günümüzde bir ya da iki kişinin zamanlı ve dönüşümlü olarak yaptığı bir iştir bu. Muzaffer Amca eskiden bu işi 4 hatta 5 kişinin birlikte yaptığını söylüyor. Demirin nasıl dövüldüğünü bilenler çok ritmik, adeta matematiksel bir hesap gerektiren bu işi bu kadar insanın aynı anda yapmasının olanaksız denecek kadar zor olduğunu da bilirler.
Eskiden kuyumcular hacca gidecekleri zaman gelip paralarını demircilerle değiştirirlermiş. Bu kuyumcunun bileğinin hakkıyla elde ettiği kazancın helal olduğunun başka esnaflarca da kabul edilmesinin bir örneği olarak kabul edilmektedir.
İşledikleri demirler yeni olmadığı için malzemelerini hurdacıdan ya da demir tüccarından ham demir ücretinin yarısına alabilirler. At arabalarının, otomobil veya otobüslerin kullanılmış yaylarından küçük tarım aletleri ( çapa, orak, tahra vs. ) yaparlar. Böylece hem kendileri ucuza alırlar, hem de vatandaşa daha ucuza malolur. Ancak meslekte önemli olan malzemeden ziyade emektir.
“ - Başka mesleklerde % 20 karla satılması iyi kazanç demektir, ama biz % 100 karla da satsak verdiğimiz emeği karşılamaz” diyor usta “ El emeği teşekkürle ödenmez ” sözünü hatırlatarak.
Şimdi ocakları elektrikle ısınıyor, elektrik olmasa işlerini yapmaları olanaksız. Eskiden en iyi körük Elmalı’da yapılırmış. Ahşap ve gerçek deriden oluşan ve ocağa hava üflemeye yarayan bu alet bir insan tarafından kullanılmakta, yapılan işleme de “Körük çekme” denmekteymiş. Şimdi bu üfleme işi elektrikle gerçekleştirilmektedir.
Kullandıkları malzemeler şunlardır:
Kenarı tahtadan çakılıp içine toprak doldurulmuş bir ana düzenektir işin temeli. Bunun yan tarafında ocak yer alır. Ocak aynı köylerdeki ocaklıklar gibi toprak karışımıyla sıvanır ve bir – iki ayda bir bu sıvama işlemi tekrarlanır. Bu yapılmazsa ocak genişler, kullanımı zorlaşır. Ocağın yanında yukarı doğru yükselen ve ateşin çevreye yayılmasını engelleyen duvar toprak, tuğla veya ender olarak saç olabilir. Sacın az tercih edilmesinin nedeni ısıyı fazla yaymasıdır. Üstünde demir dövülen düzeneğe “Örs”, kızgın demiri tutmaya yarayan alete “Kısaç” denir. Tezgâhın örsün altına denk gelen yerinde bir kütük bulunur. Bu çekicin daha “koygun” ( etkili ) olmasını ve daha az ses çıkarmasını sağlar.
Demiri döven çekiçlerin ;
- Karşı çekici,
- Yan çekici ve,
- El çekici gibi çeşitleri bulunmaktadır.
Şu anda Antalya kent içinde “Demirciler İçi” denen yerde bulunan ve kalaycı, sobacı, bakırcı gibi diğer geleneksel zanaatların da icra edildiği çarşıdaki dükkânlar Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait ve kiralama suretiyle kullanılıyor. Bu dükkânlar 1937 yılında yapılmış. İlk önce dedesi burada çalışmaya başlamış, sonra babasına kalmış, babasından da Muzaffer Usta’ya. Dükkânların kirası bugün 300 YTL. Şehrin merkezinde bir dükkân için bu paranın çok olmadığını, ancak o kadar kazanamadıkları için kirayı ödemekte güçlük çektiklerini söylüyor.
1977- 78 yılında bu çarşıdaki zanaatçıları ustalık belgesi alabilmeleri için sanat okuluna kursa göndermişler. O gün 80 yaşında olan ustalar da gitmiş. Amaç onlara bu konularda bilgi vermekmiş. Muzaffer Usta kursta kendilerine ders veren hocaya “Çeliğe nasıl su verileceğini” sormuş. Öğretmen onların ustalığını bildiği için onlara;
“ – Sizin yeriniz Balbey Camii’nin arkasında mı? ” diye sormuş. Onlar da “ Evet ” demişler.
“ – Biz bırak çeliğe su vermeyi anlatmayı, elinize su bile dökemeyiz. Sizin sanatkârlığınızı biliyoruz ama devlet hizmeti, kanun, yol yordam böyle emrettiği, size belge verebilmek için sizi buraya çağırdık, özür dileriz” demiş.
Şimdiki çeliklere değil ama bundan 30 – 40 sene öncenin çeliğine kendilerinin verdiği suyu bırak sanat okulundan yetişenleri, değme ustanın veremeyeceğini iddia ediyor. Diğer yandan bugünkü modern teknolojiyle de, mühendislerle de boy ölçüşme iddiasında değil, aksine onların bu işe kendilerinden farklı bir estetik duygusuna sahip olduklarına inanıyor. Bir zaman Usta Karabük’te bir demir fabrikasına gitmiş. Orada çalışan mühendis mihmandarlığında çeliğe su verme işlemini izledikten sonra çeliğe bu şekilde su vermenin mümkün olmadığını söylemiş. Mühendis kendisine o çekici hediye etmiş. Döndükten sonra çekici kullanmış. Hakikaten işlediği çeliği zedelediği halde çekiç bozulmamış. Ama diğer yandan zamanında kendilerinin “Avadanlık” denen ve ağaç kesmede kullanılan nacak ( balta ), tahra gibi aletlerin ağzını arabaların “Grant” denen bölümünden yaptıkları sırada onun hangi suda kırılıp kırılmadığını çok iyi hesapladıklarını ve yaptıklarını, o nacağı kullanan köylünün kendilerine dua ettiğini söylüyor. Ama şimdiki teknolojinin estetiğini ve ürettiklerini de takdir ediyor.
Ustaya göre estetik herhangi bir şeyin esnemesi, bu işte ise demirle çelik arasındaki sertlik derecesi. Demir veya çeliğe su verme işi ise, hammaddeyi su ile sertleştirerek kullanım amacına uygun hale getirmek, işlemek demektir. Demir bir aletin ağzına çelik konabildiğini, hiçbir ustanın demiri çelik yapamayacağını söylüyor.
Antalya’da ve genel olarak Türkiye’de at arabacılığı, nalbantlık, semercilik gibi mesleklerin yok olduğunu, kendi meslekleri gibi saraçlığın da yokolmak üzere olduğundan yakınıyor. Hamut denen ve atın boyun tarafına örtülen deri parçayı yapan tek bir saraç kalmış Antalya’da.
Yeni yetişecek olası demirci çırakları konusunda da pek hevesli değil Muzaffer Usta. Bu mesleğin geleceği olmadığını düşündüğü, çoğu zaman Bağ-Kur emeklisi olduğu halde dükkân kirasını bile karşılayamadığı için çıraklarının çoğunu başka işlere yerleştirmiş. Bütün meslektaşları gibi yaşadıkları her olumsuzluktan, yoksunluktan ve kadir bilmezlikten yakınmasına karşın içindeki meslek aşkı denen o cevheri, o çağlayanı engelleyemiyor usta. Küçük yaşında gözünü bu işte açtığı için artık hücrelerine işlemiş işini bırakıp bu yaştan sonra başka iş yapamayacağı için mi yoksa baba yadigârı olduğu için mi, hele köşesine çekilmeyi hiç düşünmediği için mi bilinmez ama mesleğini ve yaşamı böyle kabullenmeyi sürdürüyor. Umutla yanan ocağın başında ter dökmeye, milimetrik hesaplarla, sabırla ve ilahi bir aşkla çekiç sallamaya, yaptığı işe yüreğini katıp kazandığı helal paranın hakkını vermeye devam edecek. Ta ki gözlerinin feri veya demirciler çarşısı’nın son ışıkları sönene kadar.
O’nun, onun gibi emektarların ve yarattıklarının değerinin yaşarken bilinmesi dileğiyle ayrılıp kentin hengâmesi içine sürüklenirken ustanın çekiç sesleri bir melodi gibi kulaklarımızda çınlıyor.
*Antalya Kültür ve Turizm Müdürlüğü Folklor Araştırmacısı
Eylül 2006 ANTALYA
*Öznur TANAL
8 Haziran 2006. Antalya Demirciler Çarşısı.
Muzaffer Körük 57 yaşında ( 1948 ) bir demirci ustası. Evli, üç çocuklu. Soyadı bu çarşıdaki birçok esnaf gibi, mesleğinden dolayı verilmiş.
10 yaşına kadar kısmen, 10 yaşından sonra sürekli olarak baba ve dede mesleği demircilik işi yapmış. Gözü başka bir iş görmediği, eskiden demircilik çok geçerli bir meslek olduğu için başka mesleğe atılmak aklının ucundan geçmemiş. İlk ve tek ustası olan babası üç oğlundan “eli en yatkını olduğu” için” O’nun sıcak demirci olmasına karar vermiş. Diğer iki kardeşten biri sobacı, diğer soğuk demirci olmuşlar.
40 yıl önce bu işe çok rağbet olduğu için 3 kardeş yanlarında 2’de kalfa çalıştırıp 3-4 evi bir dükkandan geçindirirlermiş. Babanın vefatından ve kardeşlerin ayrılmasından sonra tek başına kalan usta bugün Bağ-Kur emeklisi olduğu halde kıt kanaat geçindiğini, yaptıkları işin artık para etmediğini söylüyor.
Benim Elmalılı olduğumu öğrenince büyüklerinden duyduğu bir efsanevi öykü hatırına geliyor. Büyüklerinden dinlediği öyküye göre;
Elmalı’nın köylerinde yaşayan bir çiftçi sabanını tamir ettirmek için cuma günü sabahtan Elmalı’ya gelip, sabanı bir demirci ustasına teslim etmiş. Usta demiri ateşe sürmüş fakat öğlen olup cuma namazı bitene kadar demir ısınmamış. Sabanı onarılmayan köylü namazdan sonra demiri alıp başka bir demirciye götürür. Demir orda da ısınmaz. Bunun üzerine bu demirin efsunlu olduğuna, Allah tarafından özellikle gönderildiğine karar verilerek bir caminin avlusuna çakıldığına, o gün bu gündür demirin orada durduğuna inanılmaktaymış.
Hikâyeyi bir de Elmalı’da yine yok olmakta olan zanaatlardan birinin, tarihi Elmalı Kahve değirmeninin son ustası Metin Amca’dan sordum. O’nun anlatımına göre; sabah Elmalı’ya gidip sabanını tamire verecek köylü gece yarısı uyanmış. Ayın şavkı o kadar güçlüymüş ki sabah oldu sanıp yola çıkmış. Yüksekçe bir yerde kurulan köyden aşağı doğru inerken Elmalı’nın üst tarafında Pınarbaşı denen mevkide bir cenaze alayına rastlamış. “ Kimdir, nedir?” diye sormadan sırtında saban demiri ile saf tutup cenaze namazını kılmış ve bugün XVI. yüzyıl mutasavvıf şairleri ve düşünce adamlarından Vahap Ümmi Hazretleri’nin makamının olduğu yere defnedilmesine yardım etmiş. Sonra sessizce oradan ayrılıp yine sırtındaki saban demiri ile ilçeye doğru yürümüş.
Tabi çok erken geldiği için açılmamış demirci dükkânlarından birinin önüne sabanını koyup sabah namazına gitmiş. Çarşıda başka işlerini görmüş namazdan sonra. Sonra demirciye gelmiş ki demirciler şaşkınlık içinde. Sabahtan beri ocakta beklediği halde demir bir türlü ısınmıyormuş. O’na kim olduğunu nereli olduğunu, yolda neler görüp yaşadığını sormuşlar. O da olanları anlatmış onlara. O cenazenin Vahap Ümmi Hazretleri’ne mi, yoksa başkasına mı ait olduğunu bilinmiyor ama demirciler hayretle dinledikleri bu hikâyeden sonra cenazenin bir ulu insan olduğuna ve mübareğin nurundan efsunlandığına inandıkları için ve demirin yerine ona yeni bir saban yapmışlar. )
Bir yanıyla bu öyküye inanırken, deneyimleri mantığı ve bilgisiyle de ateşi görünce ısınmayan, hatta erimeyen demir fikrine şaşırıyor. Tekniğin bunu kabul etmediğini bildiği halde o mesleki terbiyesi gereği büyüklerinin söylediklerine teslimiyeti seçiyor.
Bu meslek çevresinde oluşmuş inanmalardan biri de sürekli düşük yapan kadınların derdine derman amacıyla yapılanıdır.
Sürekli düşük yaptığı için çocuk sahibi olamayan kadınlar Mehmet adında bir insan yaşayan 7 evden 7 inşaat çivisi toplayıp Cuma günü sala vakti demirciye getirirlermiş.. Demirci bunların hepsini kaynatıp ( ateşte ısıtıp ) bir bilezik yapar, bunun karşılığında kesinlikle para almazmış ama kadın yine de “ağırlığı çökmesin diye” gönlünden kopan bir miktar "arılık"ı ustaya verirmiş. Bu gelenek o kadar yaygın ve genellikle iyi sonuçlar alındığı için bu kadınlar çocuklarını dünyaya getirdikten sonra demirci ustalarına hediyeler getirirlermiş. Sonradan zaman zaman "7 Mehmet adlı" ev yerine çivileri hırdavatçıdan alıp gelenler olmuşsa da demirciler onlara usulünü öğretip, kendi deyimleriyle “ırvasa” ( hurafe ) yi tamamlamışlar. Eskiden her cuma mutlaka yapılan bu iş 3-5 ayda bir olsa da gelenek bugün de sürmektedir. Gelenekteki Mehmet adının kökeninde bu işin eski pirlerinden birinin olup olamayacağı konusundaki bilgi ve inançlarını sorduğumuzda bunun olmayacağını, çünkü mesleklerinin pirinin Hz. Davut olduğunu söylüyorlar.
Bu konuda mesleğin ustaları arasında yaygın bir söylenceye göre;
Demircilerin piri Hz. Davut bir gün demiri eliyle dövmüş de eli yanmamış. Akşam eve gittiğinde karısına bu olayı anlatmış;
- Ben de bir öyle bir keramet var ki, kızgın demiri elimle dövüyorum, elim yanmıyor. Karısı;
- O keramet sende mi, bende mi? yarın görelim bakalım, demiş.
- Nasıl olur, sen benden daha mı kerem sahibisin? diye çıkışmış peygamber. Bunun üstüne karısı;
- Yarın görelim, demiş.
Her zaman çarşıya gittiğinde evin ihtiyaçlarını alan peygamber dükkândaki çırak ile bunları eve gönderir, çırak erzak torbasını kapının ardındaki çiviye takar dönermiş. Ertesi gün çırak her zamanki gibi erzak torbasını getirdiğinde kadın parmağını uzatıp çırağa ;
- Oğlum, buraya takıver, demiş. Çırak peygamberin karısının elini gördüğü sırada peygamberimizin eli yanmış. “Keramet kadınlarımızdadır” derler. Bunu da büyüklerimizden duyarız.
Dedesi O 4 yaşında iken ölmüş, ustası babası. Bu işin, babanın sabrı ve şefkati yanında disiplini ile öğrenilmesinin bambaşka olduğuna ve başka birinden bu kadar iyi öğrenilemeyeceğine inanıyor.
Geleneksel tedavi yapan ve ocak denen kişi ve aileler gibi bir “el alma” töreni yapılmasa da yaptıkları her işle ve öğrendikleri inceliklerle manevi olarak babadan el almış olduklarını söylüyor. Babası 57 yaşında katarakt nedeniyle göz ameliyatı olup bu işten çekilince ocak işini üstlendiğinde O 17 yaşındaymış. O zaman çarşı esnafı ; “Babasının elini aldı” demişler. Bir gün O’nu ocakta çalışırken izleyen babası annesine gidip ;
- Nadir, demiş. Artık sırtımız yere gelmez, bu oğlan beni geçti.
Demircilikte “Kumanda etmek” denen ve tamamen o işi yapan insanların refleksine bağlı olan bir işlemle kızgın demir çekiçle dövülür. Günümüzde bir ya da iki kişinin zamanlı ve dönüşümlü olarak yaptığı bir iştir bu. Muzaffer Amca eskiden bu işi 4 hatta 5 kişinin birlikte yaptığını söylüyor. Demirin nasıl dövüldüğünü bilenler çok ritmik, adeta matematiksel bir hesap gerektiren bu işi bu kadar insanın aynı anda yapmasının olanaksız denecek kadar zor olduğunu da bilirler.
Eskiden kuyumcular hacca gidecekleri zaman gelip paralarını demircilerle değiştirirlermiş. Bu kuyumcunun bileğinin hakkıyla elde ettiği kazancın helal olduğunun başka esnaflarca da kabul edilmesinin bir örneği olarak kabul edilmektedir.
İşledikleri demirler yeni olmadığı için malzemelerini hurdacıdan ya da demir tüccarından ham demir ücretinin yarısına alabilirler. At arabalarının, otomobil veya otobüslerin kullanılmış yaylarından küçük tarım aletleri ( çapa, orak, tahra vs. ) yaparlar. Böylece hem kendileri ucuza alırlar, hem de vatandaşa daha ucuza malolur. Ancak meslekte önemli olan malzemeden ziyade emektir.
“ - Başka mesleklerde % 20 karla satılması iyi kazanç demektir, ama biz % 100 karla da satsak verdiğimiz emeği karşılamaz” diyor usta “ El emeği teşekkürle ödenmez ” sözünü hatırlatarak.
Şimdi ocakları elektrikle ısınıyor, elektrik olmasa işlerini yapmaları olanaksız. Eskiden en iyi körük Elmalı’da yapılırmış. Ahşap ve gerçek deriden oluşan ve ocağa hava üflemeye yarayan bu alet bir insan tarafından kullanılmakta, yapılan işleme de “Körük çekme” denmekteymiş. Şimdi bu üfleme işi elektrikle gerçekleştirilmektedir.
Kullandıkları malzemeler şunlardır:
Kenarı tahtadan çakılıp içine toprak doldurulmuş bir ana düzenektir işin temeli. Bunun yan tarafında ocak yer alır. Ocak aynı köylerdeki ocaklıklar gibi toprak karışımıyla sıvanır ve bir – iki ayda bir bu sıvama işlemi tekrarlanır. Bu yapılmazsa ocak genişler, kullanımı zorlaşır. Ocağın yanında yukarı doğru yükselen ve ateşin çevreye yayılmasını engelleyen duvar toprak, tuğla veya ender olarak saç olabilir. Sacın az tercih edilmesinin nedeni ısıyı fazla yaymasıdır. Üstünde demir dövülen düzeneğe “Örs”, kızgın demiri tutmaya yarayan alete “Kısaç” denir. Tezgâhın örsün altına denk gelen yerinde bir kütük bulunur. Bu çekicin daha “koygun” ( etkili ) olmasını ve daha az ses çıkarmasını sağlar.
Demiri döven çekiçlerin ;
- Karşı çekici,
- Yan çekici ve,
- El çekici gibi çeşitleri bulunmaktadır.
Şu anda Antalya kent içinde “Demirciler İçi” denen yerde bulunan ve kalaycı, sobacı, bakırcı gibi diğer geleneksel zanaatların da icra edildiği çarşıdaki dükkânlar Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait ve kiralama suretiyle kullanılıyor. Bu dükkânlar 1937 yılında yapılmış. İlk önce dedesi burada çalışmaya başlamış, sonra babasına kalmış, babasından da Muzaffer Usta’ya. Dükkânların kirası bugün 300 YTL. Şehrin merkezinde bir dükkân için bu paranın çok olmadığını, ancak o kadar kazanamadıkları için kirayı ödemekte güçlük çektiklerini söylüyor.
1977- 78 yılında bu çarşıdaki zanaatçıları ustalık belgesi alabilmeleri için sanat okuluna kursa göndermişler. O gün 80 yaşında olan ustalar da gitmiş. Amaç onlara bu konularda bilgi vermekmiş. Muzaffer Usta kursta kendilerine ders veren hocaya “Çeliğe nasıl su verileceğini” sormuş. Öğretmen onların ustalığını bildiği için onlara;
“ – Sizin yeriniz Balbey Camii’nin arkasında mı? ” diye sormuş. Onlar da “ Evet ” demişler.
“ – Biz bırak çeliğe su vermeyi anlatmayı, elinize su bile dökemeyiz. Sizin sanatkârlığınızı biliyoruz ama devlet hizmeti, kanun, yol yordam böyle emrettiği, size belge verebilmek için sizi buraya çağırdık, özür dileriz” demiş.
Şimdiki çeliklere değil ama bundan 30 – 40 sene öncenin çeliğine kendilerinin verdiği suyu bırak sanat okulundan yetişenleri, değme ustanın veremeyeceğini iddia ediyor. Diğer yandan bugünkü modern teknolojiyle de, mühendislerle de boy ölçüşme iddiasında değil, aksine onların bu işe kendilerinden farklı bir estetik duygusuna sahip olduklarına inanıyor. Bir zaman Usta Karabük’te bir demir fabrikasına gitmiş. Orada çalışan mühendis mihmandarlığında çeliğe su verme işlemini izledikten sonra çeliğe bu şekilde su vermenin mümkün olmadığını söylemiş. Mühendis kendisine o çekici hediye etmiş. Döndükten sonra çekici kullanmış. Hakikaten işlediği çeliği zedelediği halde çekiç bozulmamış. Ama diğer yandan zamanında kendilerinin “Avadanlık” denen ve ağaç kesmede kullanılan nacak ( balta ), tahra gibi aletlerin ağzını arabaların “Grant” denen bölümünden yaptıkları sırada onun hangi suda kırılıp kırılmadığını çok iyi hesapladıklarını ve yaptıklarını, o nacağı kullanan köylünün kendilerine dua ettiğini söylüyor. Ama şimdiki teknolojinin estetiğini ve ürettiklerini de takdir ediyor.
Ustaya göre estetik herhangi bir şeyin esnemesi, bu işte ise demirle çelik arasındaki sertlik derecesi. Demir veya çeliğe su verme işi ise, hammaddeyi su ile sertleştirerek kullanım amacına uygun hale getirmek, işlemek demektir. Demir bir aletin ağzına çelik konabildiğini, hiçbir ustanın demiri çelik yapamayacağını söylüyor.
Antalya’da ve genel olarak Türkiye’de at arabacılığı, nalbantlık, semercilik gibi mesleklerin yok olduğunu, kendi meslekleri gibi saraçlığın da yokolmak üzere olduğundan yakınıyor. Hamut denen ve atın boyun tarafına örtülen deri parçayı yapan tek bir saraç kalmış Antalya’da.
Yeni yetişecek olası demirci çırakları konusunda da pek hevesli değil Muzaffer Usta. Bu mesleğin geleceği olmadığını düşündüğü, çoğu zaman Bağ-Kur emeklisi olduğu halde dükkân kirasını bile karşılayamadığı için çıraklarının çoğunu başka işlere yerleştirmiş. Bütün meslektaşları gibi yaşadıkları her olumsuzluktan, yoksunluktan ve kadir bilmezlikten yakınmasına karşın içindeki meslek aşkı denen o cevheri, o çağlayanı engelleyemiyor usta. Küçük yaşında gözünü bu işte açtığı için artık hücrelerine işlemiş işini bırakıp bu yaştan sonra başka iş yapamayacağı için mi yoksa baba yadigârı olduğu için mi, hele köşesine çekilmeyi hiç düşünmediği için mi bilinmez ama mesleğini ve yaşamı böyle kabullenmeyi sürdürüyor. Umutla yanan ocağın başında ter dökmeye, milimetrik hesaplarla, sabırla ve ilahi bir aşkla çekiç sallamaya, yaptığı işe yüreğini katıp kazandığı helal paranın hakkını vermeye devam edecek. Ta ki gözlerinin feri veya demirciler çarşısı’nın son ışıkları sönene kadar.
O’nun, onun gibi emektarların ve yarattıklarının değerinin yaşarken bilinmesi dileğiyle ayrılıp kentin hengâmesi içine sürüklenirken ustanın çekiç sesleri bir melodi gibi kulaklarımızda çınlıyor.
*Antalya Kültür ve Turizm Müdürlüğü Folklor Araştırmacısı
Eylül 2006 ANTALYA
ANADOLU'NUN ve SEVGİNİN DİLİ TAHTACILAR
Öznur TANAL*
Etnik kimliği ile Türkmen, dinsel kimliği ile Alevi olan Tahtacılar bugün sahip olduğumuz bilgilere göre Ortaasya'dan gelip Anadolu'ya yerleşen Oğuz Boylarının en eskilerinden biridir. Kültürleri, yaşayışları, müzikleri, samahları, anlatıları ve geleneklerinde temel değer önce "İnsan ve doğa Sevgisi" olmak üzere, Türkmenlik ve Türkçedir. Bu nedenle Onlar "Türkçeyi en iyi koruyan ve yaşatan topluluk" olarak anılırlar. Bazı geleneklerinde antik dönemin izleri görülür ancak binlerce yıldır dağlarda ve egemen kültür etkisinden uzak yaşadıkları için dilde ve sözlü kültürde Arapça - Farsça etkisinde kalmamışlar, günlük dilinden duasına, samahından nefesine kadar bütün sözlü anlatılarını öz Türkçe ile yapmışlardır. Dualarına "Gülbenk" ya da "Hayırlı" denir ve günlük dille ifade edildiği için herkes tarafından anlaşılıp onaylanır, yaşanır. Örneğin sofralar kurulduktan sonra "Destur Gülbengi" denen kısa bir dua, lokmalar yendikten sonra da:
"Bismişah, Allah Allah. Nimet-i devlet ziyade ola. Er Hak bereketini vere. Yiyenlere nur ola. Yedirenlere delil ola. Nimet-i Celil, Bereket-i Halil. Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin. Bir nimet-i nur ola. İçtiğimiz tahur ola. Ocaklarımız mamur, gönlümüz pirnur ola. Düşmanlarımız hor ve mahkur ola. Cömert lokma sahibi ve bilcümle bendeğeni Ali resul, cümlenin yüzümüz ak, gönlümüz pak, düşmanlarımız helak ola. Dertlere deva, hastalara şifa, borçlara eda ihsan eyleye. Hz. Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli Efendimizin daim himmetleri, kerametleri, safa nazarları uzakan, yakınan, bahıran, batınan üzerimizde hazır ve nazır ola. Çağırdığımızda destigir olup imdadı rest ola. Üçler, beşler, yediler, onikiler, kırklar, üçyüzatmışaltılar, binbirler, yolundan, dergâhından ayırıp, şaşırıp, düşürmeye. Kutb-i Âlem, Zat-ı tamam, hayat-ı müdam, destigir-i oniki imam. Allah cömert lokma sahiplerinin kurbanlarını kabul eyleye, muratlarını hâsıl eyleye. Gerçek erenler, evliyalar demine Hu diyelim Hu, Mümin-e YA ALİ." diye dua edilir.
Tahtacı ozanlarından Âşık Mehmet Civaroğlu bu Türkçe sevdasını şöyle dile getirir:
Sayın hocam bana sual sorarsan,Arapça anlamam Türkçe sor bana.İnançlarım için gönlüm kırarsın,Fesattan usandım, sevgi ver bana.Neslin Türk soyundan lisanın Arap,Mekke Medine'de Necef'te durak,Allah bir Muhammed Ali dersen Hak,Bunu görmez hala dersin "kör" bana.Kuran doğru söyler yanlış gitmedim,Doğa yol gösterdi gezdim yitmedim.Beş vakit kırk rekât inkâr etmedim,Bunu göremeyen olmaz yar bana.Âşık Mehmet serin eser havası,Toroslar Gökbel'e uzar yaylası.Âşık da kelamı söyler böylesi,Sevgi kılavuzum, erkân sır bana. (Şiir tarafımdan düzenlenmiştir.)
Bu nedenle okumaya, öğrenmeye, bilime ve uygarlığa aşinadırlar. Okuma oranının yüksek olması onların dünyaya bakışları yanında duruşlarını da belirler. Hemen bütün insanların bildiği ve yinelediği ünlü sözdür: "Aleviler Türkiye'nin Batıya bakan yüzü, demokrasinin ve laikliğin sigortasıdır."
Sadece dilde değil yaşamın her alanında sevginin bütün hallerini yaşar, yaşatır Tahtacılar. Dedik ya insan ve doğa sevgisini kendine rehber eder, yaşamın bütününe bu pencereden bakar diye. Bu inancı evrenin bütününden başlayarak Hz. Ali ve Ehli Beyt'ten Atatürk'e, Hacı Bektaş'tan Abdal Musa'ya doğaya yararlı hizmetlerde bulunmuş, bulunan ve bulunacak olan her canlıda somutlaştırabiliriz. Bütün varlıklara gösterdikleri sevgi ve özen yaşama bakışlarının da resmidir.
Onbinlerce yıldır gerek egemen otorite, gerekse karşıt düşüncedeki insanlar tarafından sayısız haksızlık ve kıyımlara uğramalarına rağmen hiçbir zaman aynı dille yanıt vermemeleri, taş atana gül atmaları onların engin hoşgörü ve umudundan başka hiçbir şeyle açıklanamaz.
Onlar insanlığa kavgadan, savaştan, cana kıymadan tamamen uzaklaşıp kendilerine bunlardan yalıtılmış bir dünya kurmuşlar, yerleşik düzene geçip insan içine karıştıkları 1950'lere kadar hiçbir sorunlarını devletin mahkemelerine taşımadan kendi içlerinde, uzlaşmacı yöntemlerle çözmüşlerdir. Bu nedenle Anadolu'nun dost canlısı, barışsever, güzel bir rengidirler. Yüzyıllardır egemen, yanlı kültüre itibar etmeden kendi değerleriyle bağımsız yaşamaları adeta Mustafa Kemal'in "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" sözüne kaynaklık eder gibidir. Onlar asıl savaşın insanlığa hizmet etmede yapılmasının gereğine inanırlar.
Göremiyor isem gerçek varlığı, İnsanlık giderken hep ileriye,
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar. Bizler inadına kaldık geriye,
Sanat edindiysem sahtekârlığı, Gelmedikçe cehaletten beriye,
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar? Sünniysem, Aleviysem ne çıkar?
Kemaletten hidayetim olmazsa,
Marifet suyundan kabım dolmazsa,
Benden insanlığa eser kalmazsa,
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar?
Gayet inatçıysam gayet zorbalı, DAİMİ'yim nefse galip olmazsam,
Gündüz tespihliysem, gece kavgalı, İlme fazilete talip olmazsam,
Olmadıkça insanlığa faydalı, Ele, bele, dile sahip olmazsam
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar. Sünniysem, Aleviysem ne çıkar.
İnsan sevgisi ve saygısı en çok ibadet ettikleri cemlerde hayat bulur. Tahtacılar diğer Alevilerde olduğu gibi ibadetlerinde bir kıbleye dönmek yerine yüzyüze kendi deyimleriyle "cemal cemale" ibadet ederler. Çünkü insan yaradanın yeryüzündeki yansımasıdır.
Yunus'a sormuşlar;
"Kâbe'yi mi yıkarsın bir gönülü mü? Demiş ki;
" - Kâbe'yi yıkarım. Çünkü Kâbe Hazeroğlu İbrahim'in inşası bir taş duvar. Gönül ise Hakkın tahtı, Hak gönüle baktı. Her kim ki gönül yıktı, Hakkın tahtını yıktı."
Hiçbir gönülün yıkılmadığı bir yaşam dileğiyle, sağlıcakla.
Ocak 2008 ANTALYA
*Antalya Kültür ve Turizm Müdürlüğü Folklor Araştırmacısı
Öznur TANAL*
Etnik kimliği ile Türkmen, dinsel kimliği ile Alevi olan Tahtacılar bugün sahip olduğumuz bilgilere göre Ortaasya'dan gelip Anadolu'ya yerleşen Oğuz Boylarının en eskilerinden biridir. Kültürleri, yaşayışları, müzikleri, samahları, anlatıları ve geleneklerinde temel değer önce "İnsan ve doğa Sevgisi" olmak üzere, Türkmenlik ve Türkçedir. Bu nedenle Onlar "Türkçeyi en iyi koruyan ve yaşatan topluluk" olarak anılırlar. Bazı geleneklerinde antik dönemin izleri görülür ancak binlerce yıldır dağlarda ve egemen kültür etkisinden uzak yaşadıkları için dilde ve sözlü kültürde Arapça - Farsça etkisinde kalmamışlar, günlük dilinden duasına, samahından nefesine kadar bütün sözlü anlatılarını öz Türkçe ile yapmışlardır. Dualarına "Gülbenk" ya da "Hayırlı" denir ve günlük dille ifade edildiği için herkes tarafından anlaşılıp onaylanır, yaşanır. Örneğin sofralar kurulduktan sonra "Destur Gülbengi" denen kısa bir dua, lokmalar yendikten sonra da:
"Bismişah, Allah Allah. Nimet-i devlet ziyade ola. Er Hak bereketini vere. Yiyenlere nur ola. Yedirenlere delil ola. Nimet-i Celil, Bereket-i Halil. Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin. Bir nimet-i nur ola. İçtiğimiz tahur ola. Ocaklarımız mamur, gönlümüz pirnur ola. Düşmanlarımız hor ve mahkur ola. Cömert lokma sahibi ve bilcümle bendeğeni Ali resul, cümlenin yüzümüz ak, gönlümüz pak, düşmanlarımız helak ola. Dertlere deva, hastalara şifa, borçlara eda ihsan eyleye. Hz. Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli Efendimizin daim himmetleri, kerametleri, safa nazarları uzakan, yakınan, bahıran, batınan üzerimizde hazır ve nazır ola. Çağırdığımızda destigir olup imdadı rest ola. Üçler, beşler, yediler, onikiler, kırklar, üçyüzatmışaltılar, binbirler, yolundan, dergâhından ayırıp, şaşırıp, düşürmeye. Kutb-i Âlem, Zat-ı tamam, hayat-ı müdam, destigir-i oniki imam. Allah cömert lokma sahiplerinin kurbanlarını kabul eyleye, muratlarını hâsıl eyleye. Gerçek erenler, evliyalar demine Hu diyelim Hu, Mümin-e YA ALİ." diye dua edilir.
Tahtacı ozanlarından Âşık Mehmet Civaroğlu bu Türkçe sevdasını şöyle dile getirir:
Sayın hocam bana sual sorarsan,Arapça anlamam Türkçe sor bana.İnançlarım için gönlüm kırarsın,Fesattan usandım, sevgi ver bana.Neslin Türk soyundan lisanın Arap,Mekke Medine'de Necef'te durak,Allah bir Muhammed Ali dersen Hak,Bunu görmez hala dersin "kör" bana.Kuran doğru söyler yanlış gitmedim,Doğa yol gösterdi gezdim yitmedim.Beş vakit kırk rekât inkâr etmedim,Bunu göremeyen olmaz yar bana.Âşık Mehmet serin eser havası,Toroslar Gökbel'e uzar yaylası.Âşık da kelamı söyler böylesi,Sevgi kılavuzum, erkân sır bana. (Şiir tarafımdan düzenlenmiştir.)
Bu nedenle okumaya, öğrenmeye, bilime ve uygarlığa aşinadırlar. Okuma oranının yüksek olması onların dünyaya bakışları yanında duruşlarını da belirler. Hemen bütün insanların bildiği ve yinelediği ünlü sözdür: "Aleviler Türkiye'nin Batıya bakan yüzü, demokrasinin ve laikliğin sigortasıdır."
Sadece dilde değil yaşamın her alanında sevginin bütün hallerini yaşar, yaşatır Tahtacılar. Dedik ya insan ve doğa sevgisini kendine rehber eder, yaşamın bütününe bu pencereden bakar diye. Bu inancı evrenin bütününden başlayarak Hz. Ali ve Ehli Beyt'ten Atatürk'e, Hacı Bektaş'tan Abdal Musa'ya doğaya yararlı hizmetlerde bulunmuş, bulunan ve bulunacak olan her canlıda somutlaştırabiliriz. Bütün varlıklara gösterdikleri sevgi ve özen yaşama bakışlarının da resmidir.
Onbinlerce yıldır gerek egemen otorite, gerekse karşıt düşüncedeki insanlar tarafından sayısız haksızlık ve kıyımlara uğramalarına rağmen hiçbir zaman aynı dille yanıt vermemeleri, taş atana gül atmaları onların engin hoşgörü ve umudundan başka hiçbir şeyle açıklanamaz.
Onlar insanlığa kavgadan, savaştan, cana kıymadan tamamen uzaklaşıp kendilerine bunlardan yalıtılmış bir dünya kurmuşlar, yerleşik düzene geçip insan içine karıştıkları 1950'lere kadar hiçbir sorunlarını devletin mahkemelerine taşımadan kendi içlerinde, uzlaşmacı yöntemlerle çözmüşlerdir. Bu nedenle Anadolu'nun dost canlısı, barışsever, güzel bir rengidirler. Yüzyıllardır egemen, yanlı kültüre itibar etmeden kendi değerleriyle bağımsız yaşamaları adeta Mustafa Kemal'in "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" sözüne kaynaklık eder gibidir. Onlar asıl savaşın insanlığa hizmet etmede yapılmasının gereğine inanırlar.
Göremiyor isem gerçek varlığı, İnsanlık giderken hep ileriye,
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar. Bizler inadına kaldık geriye,
Sanat edindiysem sahtekârlığı, Gelmedikçe cehaletten beriye,
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar? Sünniysem, Aleviysem ne çıkar?
Kemaletten hidayetim olmazsa,
Marifet suyundan kabım dolmazsa,
Benden insanlığa eser kalmazsa,
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar?
Gayet inatçıysam gayet zorbalı, DAİMİ'yim nefse galip olmazsam,
Gündüz tespihliysem, gece kavgalı, İlme fazilete talip olmazsam,
Olmadıkça insanlığa faydalı, Ele, bele, dile sahip olmazsam
Sünniysem, Aleviysem ne çıkar. Sünniysem, Aleviysem ne çıkar.
İnsan sevgisi ve saygısı en çok ibadet ettikleri cemlerde hayat bulur. Tahtacılar diğer Alevilerde olduğu gibi ibadetlerinde bir kıbleye dönmek yerine yüzyüze kendi deyimleriyle "cemal cemale" ibadet ederler. Çünkü insan yaradanın yeryüzündeki yansımasıdır.
Yunus'a sormuşlar;
"Kâbe'yi mi yıkarsın bir gönülü mü? Demiş ki;
" - Kâbe'yi yıkarım. Çünkü Kâbe Hazeroğlu İbrahim'in inşası bir taş duvar. Gönül ise Hakkın tahtı, Hak gönüle baktı. Her kim ki gönül yıktı, Hakkın tahtını yıktı."
Hiçbir gönülün yıkılmadığı bir yaşam dileğiyle, sağlıcakla.
Ocak 2008 ANTALYA
*Antalya Kültür ve Turizm Müdürlüğü Folklor Araştırmacısı
TAHTACILAR'DA AĞAÇ KÜLTÜ
İNSAN İÇİN DOĞA - DOĞA İÇİN İNSAN
TAHTACILAR'DA AĞAÇ KÜLTÜ
Ağaç, hemen tüm dünya kültürlerinde olduğu gibi İslamiyet öncesi ve sonrası Türk ve Anadolu topluluklarında da kutsal kabul edilmiştir. Toprağın derinliklerine varan kökleri, göğe uzanan gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri, meyve ve tohumları, her mevsimde kendini yenileyip don değiştirmesiyle ölümsüzlüğü sembolize etmiş, inançlara esin kaynağı olmuş, başlıca bereket kaynaklarından biri olarak benimsenmiştir.
Animizm'de ağaçlar, kişiliğe ve ruha sahip olan varlıklardır. Türk Mitolojisi'nde Oğuzların “Hayat Ağacı” veya “Evliya Ağaç” dediği ağaçlar Tanrı’nın ilahi özelliklerinin maddi dünyadaki sembolü haline gelmiş ve Tanrı’ya kavuşmanın yolu olarak kutsanmıştır.
Çeşitli kaynaklarda belirtildiği gibi Türk boylarının geldisi ile ilgili efsanelerde ağacın önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Uygur efsanesinde Uygur hakanlarının ağaçtan türedikleri belirtilir. Dede Korkut kitabında adı geçen bir kahraman (Basat) “Atam adını sorarsan kaba ağaç, anam adını sorarsan kağan arslan” diyor. Oğuz destanlarında Kıpçak boyunun kökeni hakkındaki rivayette de ağaçtan türeme efsanesine rastlıyoruz. Bir rivayete göre Oğuz Han bir seferden dönüşünde, savaşta ölen bir askerinin eşi ağaç kovuğunun içinde bir oğlan doğurur. Oğuz han bu çocuğu evlat edinerek ona Kıpçak (yani “ağaç kovuğu”) adını verir.
Yer-Su kültüne bağlı inanç sistemi içinde yer alan “Ağaç ve Orman”ı sadece İslam öncesi Türk kavimlerinde değil onların dışındaki çeşitli kavimlerde de görmek mümkündür. Türklerde olduğu gibi diğer kavimlerde de ağacın kutsallığının inanç sistemleri içinde yaşamaya devam ettiği anlaşılmaktadır. Masallar, efsaneler, destanlar ve evliya menkıbeleri hep bu kültün izleriyle doludur.
Eski Türklere göre, ağacın yalnız gövdesi ve yapraklar değil; kökleri de önemli idi. Çünkü "Dede Korkut" kitabında da dendiği gibi, onun kökleri dipsiz, yani, yeraltı âleminin en derin noktalarına kadar gidiyor ve oralardan da haber getiriyordu. Sibirya'da yaşayan Yakut Türklerinin efsanelerinde, böyle bir ağaç için, şöyle deniyordu:
Gitmiş sormuş ağaca, benim anam, kim diye! Elbet bir atam vardır, benim babam, kim diye! Ağaç da dile gelmiş, soyunu sayıp dökmüş, Er-Sogotoh adlı er, saygı ile diz çökmüş. Gök tanrısı Er-Toyon, onun babası imiş, Karısı Kübey Hatun, onun anası imiş.
Türk mitolojisindeki bu ağaç da, tıpkı İslamiyet'teki "Tuba ağacı" gibi, gökyüzünde ve cennette bulunuyordu. Fakat Türklerin bu ağacının, bir de sahibi vardı. Yakut efsanesi, ağacın bu sahibini de şöyle anlatıyordu:
Bu kutsal ağacın da, var idi bir sahibi, Bir dişi Tanrı idi saçları da kar gibi! Kendisi ihtiyardı, göğsü de ap alaca! Görenler sanır idi, bir keklik gibi kırca! Memeleri büyüktü, aşağıya sarkardı! Uzaktan bakan kimse, iki tulum sanardı! Aslında ise ağaç, normal boydan küçüktü! Ana Tanrı gelince, ona göre büyürdü! Büyürken sesler çıkar, gürültüyle esnerdi, Bu sesler yavaş yavaş, gittikçe genişlerdi.
Sibirya'nın en kuzeylerinde yaşayan ve yüzyıllar boyunca, hiçbir yabancı görmeyen Yakut Türklerinin bu efsanesinde ağacın sesler çıkardığı ve içinde bir "Ana Tanrı"nın bulunduğu, açık olarak görülmektedir. Bazı Türk efsanelerine göre ise, bu "Ana Tanrı" zaman zaman ağaçtan çıkıyor ve göklerde geziniyordu. Bazı efsanelerde ise, bu Ana-Tanrı, denizin diplerinde yaşardı. Altay Türkleri bu Ana Tanrı'ya "Ak Ana" adını veriyorlardı. O'da bir yaratıcı idi. Yeri, göğü ve insanları yaratan Tanrı Ülgen'e yaratma gücünü de o vermişti.
Yakut Türklerinin inanışlarına göre şamanlar, yeryüzüne bir kartal tarafından getirilirlerdi. Onlara göre şaman olacak olan bir çocuğun ruhu, çocuk daha doğmadan bir kartal tarafından yenirdi. Bu ruhu yiyen kartal, bundan sonra güneşli bir bölgeye göç ederdi. Ortası büyük bir çayırlıkla kaplı olan bu bölgede, güneşin ışıkları solmaz ve her zaman pırıl pırıl parlarmış. İneklerin ilk defa süte geldiği yer de yine bu çayırlık alan imiş. Tam bu çayırların ortasında ise, kırmızı bir çam ile bir gürgen veya kayın ağacı varmış. İşte bu kartal bu ağaçların üzerine gelir ve yumurtasını bıraktıktan sonra gidermiş. Yumurta, bir süre ağaçların üzerinde kaldıktan sonra yarılır ve içinden bir çocuk çıkarmış. Ağaçların altında bir beşik bulunurmuş. Çocuk yumurtadan çıkar çıkmaz, hemen bu beşiğin üzerine düşer ve orada büyüme başlarmış. İnanışına göre, iyi şamanlar kırmızı çam üzerindeki yumurtadan; kötü şamanlar ise, gürgen ağacı üzerindeki yumurtadan çıkarlarmış. Yumurtadan çıkan bu şamanlar doğal olarak hayatları süresince, “Kartal-Ana”ları tarafından korunurlarmış. Bu kartal, onların her işlerinde en büyük yardımcıları olurmuş. Her şamanın özel bir ağacı bulunur ve şamanla ağacı arasında bir bağ olduğuna; birinin hayatının ötekinin varlığıyla süreceğine inanılırmış.
Yakutlar en yüksek ruhları taşıyan hayvanın kartal olduğuna inanıyorlardı. Şaman göğe yükselirken dünya ağacını vasıta olarak kullanıyordu. Bahsedilen bu dünya ağacının üstünde kuşlar ve tepesinde de kartal bulunuyordu. Bazen bu dünya ağacı uzun bir sırık şeklinde düşünülüyordu. Sırığın tepesinde genellikle gök kuşu denilen kartal veya çift başlı kartal bulunuyordu. Tasavvura göre bu sırığın üzerindeki kartal, Gök tanrının kuvvet ve kudretinin temsil ediyordu. Dünya ağacı zaman zaman Türkler ve çevrelerinde ki topluluklar tarafından kutsal olarak kabul edilen kayın ağaçları gibi ağaçlardan seçilirdi. İlk şaman yaratıldığı zaman, yaratıcının çocuklarının bulunduğu yedi dallı bir huş ağacı ilahi bir mesken olarak kurulur. Bunun dışında üç ağaç daha dikilir. Bu kozmik ağacın tepesinde de yukarı da bahsettiğimiz sırığın tepesinde olduğu gibi, Gök tanrının bir biçimi olan kartal yer alır. Kartalın yanındaki kuşlar ise, geleceğin kam’larının ruhlarını temsil eder. Kartal’ın ormanın ruhunu temsil ettiğinin söylenmesi bu dünya ağacının aynı zamanda orman kültüyle de alakalı olduğunu da gösterir.
Ağacın Tahtacı Kültüründeki yerini ele almadan önce kimliklerine göz atmak gerekirse:
Tahtacılar, diğer adıyla Ağaçerleri, Adem'in beşiğinden Kabe'nin eşiğine kadar bütün yaşamımızı donatan ağacı kesen, işleyen, dönüştüren, kucaklayan insan topluluğunun adıdır. Ormanların onbinlerce yıllık ıslığını çoklayan, serin ardıç ve sedir ağaçlarının altında doğan çocuklarını güneşin tertemiz ışıklarıyla paklayan, kavruk yüzlerinde ve derin çizgilerinde ağaçların sırrını sonsuza dek saklayan, onlar yanarken yüreği ateşler içindeki bebeği için çarpan ana gibi bekleyen, keserken gözyaşlarıyla helalleşen doğaya sevdalı insanlar…
Adlarından da anlaşılacağı üzere, Anadolu'da yaşayan Türkmen topluluklar içinde geçimlerini daha çok ağaç kesmekle sağlamışlardır. Nasıl demirciye demirci, kalaycıya kalaycı denirse ormandan ağaç kesip biçen insanlara da Tahtacı denmiş. Etnik olarak Türkmen, dinsel olarak Alevi inancına sahip oldukları bilinmektedir. Şamanist etkilerin çokça görüldüğü toplulukta ağaç kültünün çok yaygın olduğu görülmektedir. Yüzyıllardır ormanı yurt tutan, ağaçların altında doğup ölen, bütün yaşamlarını onlarla iç içe yaşayan bu insanlar olarak ağaçların kadrini ve cefasını şüphesiz en iyi onlar bilir.
Çoktanrılı dinlerin ağaç, su, ateş ve havaya yüklediği kutsallık tektanrılı dinlerin tanrısına duyulan saygı kadar önemlidir. Tahtacılar da bazı ağaçlara büyük saygı ve bağlılık duyar, başta ardıç olmak üzere bütün ağaçları ve onların evi ormanı kutlu sayarlar. Bu nedenle Tahtacı İnsanı ve ağaç belki de bütün kültürlerden daha fazla iç içe geçmiş, ağaç Tahtacıyı, Tahtacı ağacı çağrıştırmıştır. Onlar için kimi zaman hayat ağacı olan, kimi zaman şeytan ve kötü ruhları kovmada, Tanrı'ya ulaşmada, tabiat olaylarını yönlendirmede (yağmur duası gibi), sağaltmada, defin veya bereketi arttırmaya yönelik mevsimlik törenlerinde ağaç hep yanıbaşlarındadır. Hemen hepsi gök tanrının oğlu, evin direğidir. Adına adaklar adanıp çaputlar bağlanan, gölgesinde kurbanlar kesilen, altına gömülen ölümlüyü cennete götüren birer evliyadır ağaçlar.
Ekmeklerini ormandan ağaç kesip işleyerek kazandıkları, yani bu işi sanat olarak yapmadıkları, ahşap ustaları gibi ağaç işinin inceliklerini pek öğrenmeye zamanları olmadığı halde yaptıkları araçlarda yontma, oyma, boyama ve bazı basit nakış tekniklerini kullanarak günlük hayatta kullandıkları birçok tahta eşya ve aracı kendileri yapmışlardır. Çam dallarında çocuklarının hıllangacı (salıncak) sallanırken onlar rızıkları için helalleşip kestikleri ağaçları senit ve oklağa ile ekmeğe dönüştürmüş, çorbalarını onun çomça (kepçe) ve kaşıklarıyla, hayatın kaynağından akan serin suları mis kokulu çam ağaçlarından yaptıkları "Çotura" (çamdan oyulan matara)'lar ve "Tığla" denen tahta bardaklarla yudumlamışlar. Pamuk bulamayıp defne yapraklarıyla doldurdukları minderlerini her dertlerini çeken tahta divanlara serip dinlendirmişler yorgun bedenlerini. Bebelerini anaların ninnileri kadar sarmalayan beşikleri, kızlarının çeyizini koyacakları işlemeli sandıkları, toprağın şifrelerini çözen yaba ve dirgenleri, atlarının peşinde dünyayı kıskandırırcasına dönen düvenleri, at arabalarını, katır ve eşeklerine kuşandırdıkları semerleri, "harman yerinden kehribar başaklı sap çeken" kağnıları, "Hakka Yürüyen"l canlarını taşıdıkları "Sal Ağaçları"nı (tabut) ondan yapmış, dikenli ardıcından oydukları sazları çalıp ceylanlarla samah tutmuşlar.
Haftanın 5 günü dağda ağaç kestikleri için yalnızca tatil oldukları Salı ve Cuma günleri merakı ve el yatkınlığı olup büyüklerinden öğrenenler bu ağaç işlerini yapmışlardı, yani bu işi başlı başına meslek edinen fazla kişi olmamış, olamamıştı. Boş zamanlarında yaptıkları aletlerin ihtiyaçtan fazlasını para, iş gücü ya da başka bir şey karşılığında başkaları ile değiş tokuş ederlerdi. Çoğu zaman yakın obalarda yaşayan Yörükler gibi göçebe topluluklar da beşik, senit, oklava gibi araçları ürettikleri hayvansal besinler karşılığında Tahtacılardan alırlardı.
Yapılan eşyanın türüne göre kullanılan ağaç da değişir. Burada dikkat edilecek en önemli unsur bu âletlerin saz, cura gibi hassas olanlarında kullanılacak ağacın "Gerli" olmaması gerektiğidir. Yuvarlak haldeki ağacın ormancılıkta "Eksantrik Büyüme" olarak bilinen, Tahtacıların "Kuşözü" dediği ortasından itibaren bir yanı kızıl olur. "Ger" ağacın bu kızıl ve kuzeye bakan tarafına verilen addır. Bu taraf sert olur ve bu taraftan yapılan âletlerin şekli bozulur, yerel deyimle "atar" veya "döner". Âleti yapan kişi hangi tarafın gerli olduğunu damarlarından, renginden ve tabi deneyimlerinden bilir. Ağacın kalitesi (niteliği) çatlaması halinde de belli olur. Kendiliğinden çatlayan ve çatlağı doğru giden ağaçlardan yapılan âletler sağlam olur. Çatlağı eğri olan ağaca "Piredoklu Ağaç" veya "Dolaş" denir ve bu ağaçtan yapılan aletler döner. Bu yüzden özel kullanıma has âletler dağda çalışırken seçilen bu özelliklere sahip özel ağaçların güneye bakan taraflarından yapılır.
- Senit denen hamur tahtası dikdörtgen ve kendinden ayaklı olup 80x40 cm ebadında çam ağacından,
- "Evreğeç" denen yufka ekmeğini sac üzerinde çevirmeye yarayan yassı ve ince tahta araç ve oklava 90-
110 cm uzunlukta çam ve katran ağacından,
- Et kıyılan tahta et yapışmasın diye çınardan,
- Balta sapı Çıtırgan (Pıynar)'dan,
- Kürek sapı fazla dayanıklı olmasa da hafif olması için İledin (Çınar)'dan,
- Tahta kaşık şimşirden, tahta çomça (kepçe) Hartlap (sandal) ağacından,
- Tahta dirgenler Ergen (Kızılcık)'den, tahta yaba ise Sukaraağacı'ndan,
- Saz ve cura dut ve dikenli ardıçtan,
- Beşik ve çeyiz sandıkları tahta biti barındırmadığı için Tahtacıların katran dediği sedir veya ardıç ağacından yapılır. Ancak beşiğin eğmeç denen kavisli bölümlerinde "Ağı Ağacı" denen ve cehennemde bulunduğuna inanılan zakkum, "Har Ağacı" ya da "Tehnel" denen defne, söğüt ve yaş ardıç kullanılır.
İnançlarına göre, Muharrem ayında ağaç kesmek şiddetle yasaktır. Hafta içinde Salı ve Cuma günleri de ağaç kesilmez, işe başlayacakları zaman ağaçlar için dua okunur. Onlar yüzyıllardır ormandan ormana bulutlar gibi aktıkları için yaşamlarını ve umutlarını onun üzerine kurmuşlardır.
Eski Türklerin ağaçtan türeme inancının izlerine Tahtacılarda da rastlarız. Hor görülen, önemsenmeyen insan "Ağaç kovuğundan mı çıktım?" sözü ile kendini savunur ya da yine aynı gerekçeyle başkası tarafından kayırılır.
Ayrıca ormanlarda çalıştıkları zamanlarda kestikleri kadar dikip yerine koydukları ağaçları köylerine de dikmişler, dağlarda alete dönüşen ağaçlar düzde meyveye durmuşlar. Tahtacılar yerleşik hayatta da yaşadıkları yerleri iklime göre çokça elma, portakal, nar, üzüm, zeytin vb. meyve ağaçları ile donatmışlardır. Meyve getiren ağacın kesilmesi de günah sayılır ve kesildiği takdirde, kesene zarar vereceği düşünülür.
Ardıç ağacı Tahtacılar için başka ağaçlardan farklı bir önem taşımaktadır. Obaya yeni varılıp evler tutulmadan ilk önce ardıç ağaçları beylenirmiş ( tespit edilip seçilirmiş). Çünkü onun altı eğer yağmur yağarsa yağmur suyunun, aşırı sıcak varsa güneşin toprakla en geç buluştuğu yermiş.
Söylentiye göre Muğla tarafında deprem olmuş. Ağaçlar toplanmış hasbıhal ederken bu olaya da değinmişler. İçlerinden biri:
- Filan yerde deprem olmuş, evler hep uçmuş, deyince ardıç ağacı;
- Acaba bizim uşaklardan biri yok muydu? Bizden biri olsaydı bu iş böyle olmazdı (evler göçmezdi) demiş.
Onlar için göçebe zamanlarında ibadet için seçtikleri ulu ağaçlar, genellikle Şah diye adlandırılan Ardıçlar, yerleşik hayata geçtikten sonra Abdal Musa, Hacı Bektaşı Veli gibi Alevi Bektaşi ulularının makamları gibi kutsal yerlerdir. Çalışmaya gidilen ormanlarda oranın en büyük ağacı ulu, kutsal ve oranın sahibi kabul edilip altında kurban kesilir. Ona diğer bütün ağaçlardan azıcık fazla önem verilir. Ormandan ağaçlardan helallik almak için ortaklaşa alınan kurban bu ulu ağacın altında kesilir ve eşit pay edilip pişirilerek birlikte yenir.
Bu ulu ağaçlar yağmur duası yapılırken de tapınma yeridir. Bu ağaçların altında kesilen kurbanın ciğeri ağacın bir dalına asılır. Eğer bu ciğeri bir kuzgun götürürse dualarının kabul olacağına inanır, bunun örneklerini anlatırlar.
Kutsal ağacın küçük bir dalını bile kesmeye kimse cesaret edemez, görkemli ağaç karşısında baş eğip saygı gösterilir. 1950'li yıllarda toprağa yerleştikleri köylerde bile kutsal kabul edilen bir ağaca rastlanılmaktadır.
Anadolu'nun başka bir çok bölgesinde yaşayan Aleviler de ardıç gibi ulu ağaçları kutsayarak ve onların etraflarını taşlarla çevirmiş, ziyaret haline dönüştürmüşlerdir. Erzincan, Malatya, Elazığ, Tunceli yörelerinde; Sakız Baba, Ardıç Dede, Çitlenbik Dede, Çınar Dede, Buğday Dede, Nohutlu Baba, Çam Baba gibi adlar verilen ağaçlara rastlanmaktadır. Genç ağaçlar ve fideleri kesmek bir insan öldürmek kadar günahtır. Ağaç kültü; dağ ve su unsurlarıyla birlikte telakki edilerek “üçlü kutsallık” izafe edilir.
Pir Sultan Abdal:
“Öt benim sarı tanburam /Senin aslın ağaçtandır
Ağaç dersem gönüllenme/Kırmızı gül ağaçtandır.”
Aşık Veysel de;
Ben gidersem sazım sen kal dünyada,
Gizli sırlarımı aşikâr etme.
Lal olsun dillerin söylersen yâd'a,
Garip bülbül gibi ah-ü zar etme.
Bahçede dut iken bilmezdin sazı,
Bülbül konar mıydı dalına bazı?
Hangi kuştan aldın sen bu avazı?
Söyle doğrusunu gel inkâr etme deyişlerinde ağaca öykünmektedirler.
Gaybi Baba; varoluşculuğu ağaçta şöyle tanımlamaktadır:
Bir ağaçtır bu alem
Meyvası olmuş adam
Meyvadır maksut olan
Sanmaki ağaç ola...
Ozan Adil Ali Atalay ise ağaçlar için:
Hem ısıtan hem ışıtan
Bir güneşe benzer ağaç
Hem yeşerten hem yaşatan
Bir kaynağa benzer ağaç.
Ağaca tapınmanın bir başka ifadesi de evin temeli atıldığında evin direği olan ağaca kurban kesme geleneğidir.
Ayrıca yanlarında iğde, kavak veya sedir ağacından küçük bir parça bulundurmanın onlara gelebilecek kötülükleri uzaklaştıracağına inanırlar.
Düşte çiçekli ağaç görmek dünyaya çocuk geleceğinin ve refahın, yıkılan ağaç görmenin de ölümün işareti olarak yorumlanır.
Ağaç kültünün yansımalarını ölüm adetlerinde ve mezarlarında da görürüz. Ölmek üzere, kendi deyimleriyle "çeknekte" olan insanın daha fazla acı çekmemesi için yatağının üzerine yeşil bir dal atılır. 20-30 yıl öncesine kadar mezarların tamamıyla tahtadan yapıldığı, bu mezarlara eski Türk motifleri çizildiği bilinmektedir. Bugün bu mezarların çok azı doğaya direnerek günümüze ulaşmışlardır. Ayrıca ölülerin yıkanacağı suya yapraklı murt (mersin) dalları atılır ve ölü gömülürken mezarın içi ve dışı bu dallarla bezenir.
Anadolu'nun birçok yerinde mezarları ağaç ve çiçekle süslenirse ölenin kabir azabı çekmeyeceğine, ayrıca mezardaki ağaçlar sallanıp yaprakları döküldükçe ölünün günahlarının döküleceğine inanılır. Bazı bölgelerde de kabrin başına bir iğde ağacı dikilir, bunun tutması halinde ölen kişinin cennete gideceğine inanılır.
Tahtacıların ağaçlarla kurdukları iletişimde Günlük (Sığla) ağacının da önemli bir yeri vardır. Bu ağacın kabukları bir kap içindeki kızgın kömüre atılarak evin her yeri dolaştırılır. Bu işleme "Buhur" denir. Ölümde, Cuma akşamı (Perşembe) günleri veya yeni yapıldığında evler tütsülenir, bu suretle kötü ruhlara karşı korunup iyi ruhlarca kutsandığına inanılırdı. Bu inanç Kırgız Türklerinde ayin sırasında ardıç ağacı ile “alazlamaları” (tütsüleme), belli ağaçların koruyucu ve arındırıcı niteliğine inanma şeklinde görülmektedir. Alazlama uygulamasında ağaç kültü ile ateş kültü bir arada görülür. Ayrıca tek bitmiş ardıç ağacına “mazar” (kutsal yer) denilir ve özel amaçlı ziyaretler yapılır. Kumaş parçaları bağlanır, dilek tutulur. Ağaçlara paçavra bağlayarak dilek tutmak ve çocuğu olmayan kadınların tek biten ardıç ağacının altından geçmeleri Anadolu Türklerinde de görülen bir vakadır.
Tahtacıların ağaç sevdasının izleri ölülerinin başında sabaha kadar cura ve sazlardan dökülen acıklı gaydalar eşliğinde yaktıkları ağıtlara da yansır;
Yüce dağ başında bi çam oturur
O çam bizim yaylamızın başudur,
Yağmır yağar şipirdeşir dalları,
O da bizim ale gözün yaşudur.
Samahlarında da bu kez meyve veren bir ağaç, armut geçer:
Armut Ağacı, Armut Ağacı, başında tacı
Kalksın samah eylesin anaynan bacı.
Tahtacılarda da ocaktaki odun ve ekmek veya hamur teknesi ayakla ittirilmez, ocağa su dökülmez.
Çocukların omzuna nazardan korunmak için çıtlık ağacından kertilen (bıçakla yontulan) ve adına "bardak" denen bir süs asılırdı.
Ağaçları süslenmede bile kullanmışlar. Yeni doğan kız çocuğunun kaşına çam isinden yorgan iğnesi ile sürme çekilir. Bazen de ağacı bir tuval olarak kullanır, sevdalarını ona resmederler.
Tahtacılar gün doğmadan ormana varırlar. Güneşin ilk ışıklarıyla kesilecek ağaca öncesinde ve kestikten sonra da niyaz ederek af dilerler. Bazı yaşlılar zorunlu oldukları halde kesilen büyük ve güzel ağaçları boylu-boslu, güçlü-kuvvetli, dürüst, yiğit ve erdemli, meziyetli bir insana benzeterek ağlarlar...
Dinsel açıdan da ağaçlarla ilgili bazı inanışlar vardır. Hz. Muhammed’in biat aldığı ve Müslümanlarında ikrar verdiği “Ridvan Ağacı”nı Halife Ömer kestirir. Aleviler bu ağacın kutsiyetinden dolayı dallarını Ayin-i Cem’lerde “Tarık” (asa/sopa) olarak kullanmaktadırlar. “Üzerlik otu” kutsal kabul edildiğinden Cemevi meydanı açılmadan önce, ateşe (ocağa/kürek üstüne) atılarak tütsülenir ve efsunlanır. Bu cins otlara veya boyalarının renklerine ilahi bir güç yüklenmiştir.
Tahta kılıç gönüllülük temelinde Aleviliğe girişin ve ikna metodunun bir sembolü olmuş; tüm Alperenler bu tip bir kılıç taşımışlardır.
Cemevinin tahta kapısı Hz. Muhammed’i, eşiği Hz. Ali’yi, yan dikmeler Hasan ile Hüseyin’i, kapının üst atkısı da Hz. Fatıma’yı temsil eder. Yani Ahşap kapı beşleri “Ehl-i Beyt”i sembolize ettiği için, cemevine girişte törensel bir saygı gösterilip eşiğe niyaz edilir, asla basılmaz.
İran’da Maku Hanlığı’nda yaşayan Karakoyunlu Alevi Türkmenlerinde de orman kültünün varlığı ve devam ettiği anlaşılmaktadır. Maku Hanlığı’nın güneydoğusundaki 26 köyden ibaret olan bu Türkmen topluluğundaki “Sofu Köyü" çevresinde kutsal kabul edilen bir orman vardır. Bu bölgedeki ağaçlara dokunmak yasaktır. İlkbahar gelince Karakoyunlu kadınları bu ağaçlara çiçekler bağlarlar. Kesilen kurbanların erkek olmasına dikkat ederek kurban edilen hayvanların kemiklerini ormana gömerler. Tahtacılarda da bu gelenek başta Hacı Bektaş-i veli ve Abdal Musa Dergâhları olmak üzere bütün inanç merkezlerindeki ağaçlara kendinden bir parça bağlayarak (çaput, saç) onda var olan kutsallıktan pay alma umudu şeklinde sürmektedir.
Tahtacılar arasında anlatılan, onlara karşılık gelen ağaç ve doğruluk gibi kavramlarla ilgili bir söylence ile tamamlayalım:
Hz. Musa Tanrı'nın huzuruna çıkarken ünlü asasına dönüp;
" - Bak kıymetini bil, seni Tanrı'nın huzuruna getirdim" demiş. Asa da dile gelip;
" - Beni buraya sen getirmedin, ormana geldin, bütün ağaçları tek tek gezdin. İçlerinde en doğru düzgün beni buldun. Beni buraya sen değil doğruluğum getirdi" demiş. (Antalya - Elmalı - Akçaeniş Köyü'nde Hamza TANAL'dan derlenmiştir.)
Doğa ve doğruluk hep rehberimiz olsun.
Sağlıcakla.
*Antalya Kültür ve Turizm Müdürlüğü
14 Mart 2008 ANTALYA
Kaynaklar:
- Bahaeddin ÖGEL: Mili Eğitim Bakanlığı - Eğitim Dizisi, "Türk Mitolojisi - I"
- ÇIBLAK, Nilgün: Türk Kültürü, Y.XL, S.474, ss. 605-614. (2002) Anadolu’da Ölüm Sonrası Mezarlıklar Çevresinde Oluşan İnanç Ve Pratikler
- ÖNEY, Gönül: Anadolu Selçuklu Mimari Süslemesi ve El Sanatları, T. İş Bankası, Yay., 1988.
- Anadolu Selçuklu Sanatında Hayat Ağacı Motifi, Belleten XXXII., 1968
- ÇORUHLU, Yaşar: Türk Resim Sanatında Hayvan Sembolizmi, M.S.Ü. Doktora Tezi, İstanbul, Mayıs 1992.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)